Bu Cicim Hani Bacım?
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ip koptu beşik devrildi. Anam kaptı maşayı babam kaptı meşeyi, vay bana, hay bana diyerek döndüler dört köşeyi. Tam oradan buldum bir ülkeyi. Bu ülkenin dört tarafı yücelerden yüce dağlarla çevriliymiş. Üstelik bu dağlar, türlü ağaç ve çiçeklerin örttüğü uçsuz bucaksız ormanlarla kaplıymış. Bakalım oralarda neler olmuş.
Ormanlarla kaplı dağların tam ortasındaki ülkede insanlar bolluk içinde yaşarmış. Nazlı akan nehirleri, bol meyve veren ağaçları, mis gibi kokan kırmızı gülleri varmış. Oradaki kuşlar bir başka güzel ötermiş. Bülbüller mis kokulu kırmızı güllerle sarmaş dolaşmış. Yamaçlardan süzülen beyaz köpüklü şelaleler öyle güzel akarmış ki görenlerin gönlünü huzur kaplarmış.
Yüksek kulelerle ve mermer sütunlarla bezeli İrem şehri gibi olan bu ülkenin adil, iyi kalpli, mütevazı, bilge, yakışıklı bir Hünkârı varmış. Hünkârın sarayı da ülkenin yamacındaymış. Dışı beyaz mermerle süslü, kapıları altındanmış. Gümüş merdivenlerden çıkılırmış yamaçtaki saraya. İpek halılar, atlas perdeler ve billur aynalarla döşeli olan sarayın yetmiş odası varmış.
Eşi benzeri olmayan bu sarayın içinde Hünkâr, eşi, oğlu, bir de güzeller güzeli kızı yaşarmış. Beyaz yüzlü, pembe yanaklı, kırmızı dudaklı, siyah uzun saçlı kızın adı Fatma’ymış. Hünkâr babası, sultan annesi, gözlerinden bile esirgedikleri evlatları Ahmet ile Fatma’yı öyle nazlı yetiştirmiş ki, güneş yüzlerine değse sararır, rüzgâr tenlerine değse kararırlarmış. Halk tarafından çok sevilen Hünkâr ve ailesi saadet içinde yaşarlarmış.
Günlerden bir gün Sultan’ın hizmetkârı koşarak Hünkârın yanına varmış “Sultanımız çok hasta aman bir çare.” demiş. Ülkenin bütün hekimleri toplanmış ne kadar uğraşmışlarsa da Sultan’a çare olamamışlar. Günden güne dalından koparılan gül gibi solan sultan, ecel vakti geldiğinde dünyadan göçüp gitmiş. Kuşlar susmuş, gülen yüzler gülmez olmuş. Ülkede yaşayanlar uzun zaman yas tutup ağlamışlar.
Günler birbirini kovalamış, aradan aylar geçmiş Hünkârın acısı dinmek bilmemiş. Ülkedeki işler aksamaya başlamış. Hünkâr bakmış ki kendisi kederli olduğu için, insanlar da kederleniyormuş. Biraz düşündükten sonra, bir gün ülkenin ileri gelenlerini çağırmış. Yeniden evlenmek istediğini söylemiş. Hünkârın bu isteğini yerine getirmek için, meclis kurmuş ne yapacaklarını düşünmüşler. Toplantıları günlerce sürmüş ve sonunda bir yol bulmuşlar, ”Hünkârım, Yeni sultanı biz arayıp bulalım.” demişler.
Ahali Hünkârın yeniden evleneceğine sevinerek, yeni sultan aramaya koyulmuşlar. Dağ tepe aşmışlar, aramışlar taramışlar uzak ülkelerin birinde Sultan adayını bulmuşlar. Hemen Hünkâra haber salmışlar. Hünkâr’ da ulakları dinlemiş, “Bir kızı olan Sultan adayını kabul ediyorum.” demiş. Buldukları yeni Sultanı allamışlar pullamışlar üç gün üç gece düğün yapmışlar.
Yeni Sultan güzel olmasına güzelmiş ama hünkârın çocuklarına kötülük yaptıkça çirkinleşiyormuş.
Bir gün “Bu iki yetimden kurtulursam Hünkâr beni ve kızımı daha çok sever.” diye düşünürken aklına bir fikir gelmiş. Hemen hizmetkârları çağırarak başlamış hazırlık yapmaya.
Eski bir bez torbaya biraz kuru ve küflü ekmek, birkaç parçada eski elbise koyarak iki atın çektiği arabaya bindirmiş. Kendisi de yanlarına oturmuş. Akrabası olan arabacıya “Öyle yerlerden git ki bizi kimseler görmesin.” demiş. Kamçının sesi havada şaklarken atlar şahlanarak dörtnala yola koyulmuş.
Gide gide ovalar dağlar aşmışlar. Sabahı akşam etmişler. Karanlık bir ormana gelmişler. Arabacı atları durdurmuş üvey anne, çocukları iteleyerek aşağıya indirmiş. Torbayı da ayağıyla teperek yere atmış. Sonra da, “Saraya dönüyoruz. Sür arabacı arabayı.” demiş.
Saraya dönünce gözlerine soğan sürmüş. Islak gözlerle hünkârın yanına koşmuş. “Çocuklar ormana çiçek toplamaya gittiler. Bir daha da dönmediler. Aradık taradık ancak kanlı elbiselerini bulduk.” diyerek şivan koparmış. Hünkâr da eşinin perişan haline bakınca söylediklerine inanmış. Günlerce üzüntüden kahrolmuş. Gözü yaşlı hünkâr çocuklarını tekrar aratmış bulamayınca kaderine razı olmuş.
Yeni Sultan sarayda hainlikler ededursun. Bakalım çocukların başına neler gelmiş.
Fatma, kardeşi Ahmet’ in elinden tutmuş, başlamışlar yürümeye. Sık ağaçların olduğu ormanda ne yol varmış, ne iz. Yerler otlarla, çalılarla kaplıymış. Uzun ağaçların öyle büyük öyle çok yaprakları varmış ki gökyüzü görünmüyormuş. Gece mi gündüz mü anlaşılmıyormuş. Bin bir türlü sesin yankılandığı ormanda bazen güzel kokular geliyormuş burunlarına, derin derin içlerine çekiyorlarmış.
İki kardeş ellerinde torbalarıyla yürümüşler, yorulup acıkınca buldukları bir ağacın kovuğuna girerek küflü ekmeklerinden yiyerek karınlarını doyurmuşlar. Sonra da oracıkta birbirlerine sarılıp uyumuşlar.
Uykuya doyup uyandıklarında tekrar yola koyulmuşlar. Böylece ne kadar zaman geçmiş kendileri de bilmiyormuş. Ekmekleri, suları tükenmiş. Buldukları meyveleri, otları yiyerek yol almışlar.
Bilmedikleri yollarda az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Günler sonra bir başka ormana gelmişler. Bu orman daha güzelmiş, gökyüzü gözüküyormuş. Kuşlar cıvıl cıvılmış. İki kardeş çok sevinmişler. Ülkelerinin yolunu bulduk sanmışlar. Hoplamışlar zıplamışlar. Fakat yürüdükleri yollar bir türlü bitmemiş. Üstelik yaz, bitmiş güz gelmiş.
İki kardeş sonbahar yağmuru altında yol alırken Ahmet ,”Abla çok susadım bir yudum su istiyorum.” demiş. Fatma kardeşine içirecek bir yudum su bulamayınca telaşlanmış. Ağaçların yapraklarındaki sudan almak isteyince ağaç dile gelmiş, “Dur adil Hünkârın güzel kızı Fatma, bu orman sihirlidir. Eğer yaprağını suyunu içirirsen kardeşin ağaç olur. Çeşme suyu içirirsen kardeşin çeşme olur, kısacası neyin suyunu içirirsen kardeşin o olur. Hızlıca bu ormandan yürüyün gidin.” demiş. Fatma hemen kardeşinin elinden tutmuş, ormanda koşmaya başlamışlar. Koşmuşlar, koşmuşlar. Ahmet, ”Abla ben artık susuzluğa dayanamıyorum.” diyerek ceylanın ayak izine biriken suyu kana kana içmiş. Başını sudan kaldıran Ahmet, hemen orada beyaz benekli güzel bir ceylan olmuş. Fatma ceylan olan kardeşine sarılmış ağlamış ağlamış. Çok üzülmüş. Kardeşini kaybetmemek için hırkasını sökerek uzunca bir ip yapmış kardeşini boynundan bağlayarak yanında yürütmeye başlamış.
Fatma, ceylan kardeşiyle yol alırken, gözyaşı inci olup yerlere saçılarak iz yapıyormuş. O sırada yiğit mi yiğit bir delikanlı ormanda askerleriyle ava çıkmış. Tam oradan geçerken yerdeki emsalsiz incileri görmüş. Hemen atını durdurup incileri toplamaya başlamış. Avucundaki incilere baktığında hayret içinde kalmış. Askerlerine dönerek, ”Derhal bu incilerin sahibini bulun.” emrini vermiş. Askerler yere saçılan incileri takip ederek atlarını sürmüşler. Çok geçmeden bir ağacın gölgesinde uykuya dalan ceylanı ve Fatma’yı bulmuşlar. Hemen geri dönerek efendilerine haber vermişler.
Atların kişneme ve ayak sesleriyle kendine gelen Fatma, Ceylan kardeşine sarılarak, ”Ne olur bize dokunmayın. Kimseye zararımız yok bizim. Ülkemize gitmek için yol arıyoruz.” demiş. Arkasından da olup biteni at sırtındaki yiğide anlatmış.
“Ben huzur ülkesinin padişahıyım. Sana âşık oldum. Seni kendime eş seçiyorum.” demiş. Fatma, “Padişahım sağ olsun ben kardeşimden ayrılamam onunla uyur onunla gezerim.” deyince, Padişah,“ Tamam kabul ediyorum, biz evlenince kardeşine de bir oda hazırlarız orada uyur.” diyerek Fatma’ yı atının terkisine almış. Ceylan Ahmet’ de askerlerin kucağına yerleştirerek ülkesine doğru yol almışlar. Huzur ülkesine vardıklarında kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.
Fatma huzur ülkesinde mutluluk içinde yaşıyormuş. İpekler ve renkli tüllerle bezeli kuş tüyü yatağına yattığında kardeşi de yan oda da uyurmuş. Uyumadan önce ablasının yatağının yanına gelerek, ”Bu bacım, bu cicim.” diyerek mutlu bir şekilde kendi odasına gidermiş.
Gel zaman git zaman, Hamile olan Fatma ile Huzur Ülkesi Padişahının mutluluğu dilden dile dolaşır olmuş. Söz, kuşkanadından da hızlı olurmuş. Dönmüş dolaşmış, baba ocağındaki üvey annenin be hünkâr babanın da kulağına ulaşmış. Fatma’nın ve Ahmet’ in hayatta olduğunun haberini duyan Hünkâr çok sevinmiş.
Ruhu ve kalbi kötü olanın ihanetleri, hainlikleri biter mi hiç? Üvey Anne haberi alır almaz başlamış düzenler kurmaya. Günlerce düşünmüş düşünmüş.
Ve bir gün Hünkârın huzuruna çıkarak, “Hünkârım, müsaadeniz olursa çocuklarımızı görmek için huzur ülkesine gitmek istiyorum.” demiş. Karısının sinsice yaptığı kötülüklerinden haberi olmayan hünkâr gitmesine müsaade etmiş.
Üvey Anne kırk katır yükleyerek, kırk atlıyla yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş dönüp arkasına bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Sinirlenmiş kızıp bağırmış. Her sinirlendikçe çirkinleşiyormuş. Sihirli ormana geldiğinde konuşan ağaçlar ona ne kadar çirkin olduğunu söylemişler. Hiçbir kötülüğün karşılıksız kalmayacağını bildirmişler. O da ağaçlara bağırmış hakaret etmiş. Hakaret için ağzını açtığında dili yılan olup boynuna dolanıyormuş, dudaklarından da börtü böcekler saçılıyormuş.
Huzur ülkesini uzaktan gördüğünde gözlerine inanamamış. Evlerin çatıları sarı altınla kaplıymış. Ağaç dallarından yeşil zümrütler sarkıyormuş. İçinden, “Burası daha zengin ve güzel, Fatma’yı öldürüp huzur ülkesi padişahıyla kızımı evlendirirsem bütün bunların sahibi olurum.” diye geçirmiş.
Kızını da yanına alarak kırk atlıyla, kırk katır yüküyle huzur ülkesine varan üvey anne güzel karşılanmış. Günlerce mutluluk içinde yemişler, içmişler, gezmişler, eğlenmişler. Fatma Üvey Annesini affetmiş etmesine ama kardeşi Ceylan Ahmet buna hiç razı gelmemiş. Üvey Annesinden ve onun kızından köşe bucak kaçmış. Onları affettiği için ablasına küser olmuş.
Bir gün üvey anne demiş ki “Güzeller güzeli Fatma, adil Hünkâr kızı Fatma, yakışıklı cömert Padişah karısı Fatma, mademki büyüklük gösterip beni affettin, ben de seni derya kenarında sefa yapmaya davet ediyorum. Sana kırk katır yükü hediye getirdim. Lütuf buyur, bunları ve teklifimi kabul et. ” İyi kalpli Fatma düşünmüş düşünmüş, “ Artık kötülük yapmaz.” diyerek dediğini kabul etmiş.
Ertesi gün Üvey Anne erkenden kalkmış, hazırlık yapmış. Fatma’ yı ve kendi kızını alarak yola koyulmuş. Denizin kenarında yemeklerini yemişler. Ortalık kalabalıklaşmadan “Hadi gel denizde biraz yüzelim.” demiş. Fatma “Ben yüzme bilmem ki.” demiş. Fatma’yı dinlememiş kolundan tutup, sürükleyerek denize götürmüş. İyice ilerlemiş sonra da Fatma’ yı orada bırakarak geri dönmüş. Fatma denizin ortasında çırpınmış çırpınmış sonrada gözden kaybolmuş. Üvey Anne sevinerek kenara çıkmış Fatma’ nın elbiselerini kızına giydirmiş saçlarını onun gibi taramış. Yüzünü de kimseler görmesin diye nikapla kapatmış. Hiç kimseye gözükmeden gizlice saraya gitmişler.
Gece olmuş Fatma’ nın geceliğini kızına giydirerek ışıkları kapatmış. Karanlıkta yatağına yatırmış. Kızına da padişaha sessizce sarılmasını tembih etmiş. Padişah, “Sana ne oldu Fatma? Tenin soğuk ve kösele gibi sert, üstelik kokun da değişmiş. Işığı yakayım, sana bakayım.” deyince kız, “Bu gün güneşte çok kaldım ondan böyle oldu, bir kaç ay sonra geçer.” diyerek padişahı kandırmış. Yan odada uyuyan Ceylan Ahmet, konuşulanları duymuş ama inanmamış. Her gece kapı aralığından başını uzatarak, ”Bu cicim, hani Bacım?” diyerek söylenip duruyormuş. Üvey anne de kızarak ceylanı oradan kovuyormuş.
Bir gün böyle, iki gün böyle derken aylar gelip geçmiş. Padişah, Ceylan’ ın her gece yatmadan önce dediği “Bu cicim, hani bacım?” sözünden bıkmış usanmış. Hızlıca yatağından kalkıp lambaları yakmış. Bir de ne görsün? Yatağında Fatma değil, üvey annenin çirkin kızı yatmıyor muymuş?
Hemen askerleri çağırmış mahkeme kurmuş. Üvey anneyi sorguladıktan sonra, dört atın kuyruğuna bağlayıp dört tarafa sürme cezası vermiş. Ceza hemen yerine getirilmiş.
Tam üvey anneden kurtuldukları sırada denizin kenarından bir balıkçı koşarak gelmiş “Padişahım hemen balıkçıların yanına gidelim. Orada size bir müjde var.” demiş. Padişah hemen atına atlamış. Ceylan Ahmet’ i de kucağına alarak balıkçıların olduğu sahile atını dörtnala sürmüş.
Sahile varınca gördükleri karşısında mutluluktan dilini yutacak gibi olmuş. Kumların üstüne boylu boyuna uzanan kocaman yunus balığının yüzgeçleri arasında Fatma ve kucağında bir erkek çocuk duruyormuş. Padişah hemen atından inmiş dünya güzeli karısının yanına koşmuş. Yunus balığının karnında doğum yapan Fatma, oğlunu padişah babasının kollarına uzatmış. Oracıkta sarmaş dolaş olmuş hasret giderirken, Yunus Balığı Ahmet’ e seslenmiş, “Ey Hünkâr Oğlu Ceylan Ahmet! Yüzgecimin altındaki sudan bir yudum içersen eskisi gibi insan olursun!” demiş. Ahmet hemen eğilmiş Yunus Balığının yüzgecinin altından bir yudum su içmiş. Oracıkta yakışıklı bir delikanlı oluvermiş.
Ülkede kırk gün kırk gece şenlikler yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş, biri yazanın başına, biri okuyanın başına biri de dinleyenlerin başına.
12.09.2014 ANKARA
Not: Kars’ ın Bozyiğit Köyü'nde 1965-1970 yılları arasında anneannemin sıcacık tandır başında torunlarını etrafına toplayarak tipinin estiği uzun kış gecelerinde anlattığı masaldır