content
05 Mar

Brokolinin Sonu: Bitkisel Hayat…(I)

Dünden başlamak lazım aslında. Olmayan, bilinmeyen doğum gününden. Mart ayı içinde bir gün doğmuşum, yıllarca “yatsı ezanı okunuyordu” dedi annem, günü belirsizdi. Birkaç ay önce amcamı sorguya çektim ki o da ayrı bir mevzu... amcam yatsı değil akşam ezanına doğru dedi; gün yine belirsiz kaldı. Bir ara bencileyin doğsa doğsa martın üçünde doğmuştur deyip geçtim; sonra da bir ara yok yok olsa olsa yedisidir dedim. Geçen yıl ya yedidir ya da onaltı dedim; tek sayıları sevsem de onaltıdır onaltı noktasına demir atmak üzere iken... bu arada resmiyete bakarsanız oniki ağustos... facebook denilen gavur icadına dahil olduğumda üç mart demişim. Öyle dururdu bir kenarda tavşan boku misali ne kokar ne bulaşır... bu yıl işler biraz karıştı. Salı akşamı birkaç kişiden doğum günün kutlu olsun yazısı... tamam kutlayın da “kamusal alanda” işiniz ne? Mesaj atın mail atın, illa da birinin doğum gününü kutladığınızı cümle alem neden bilsin ki! Nedir bu mesaj kaygısı?

 Çarşamba günü iş çığırından çıkmaya başladı... sağdan soldan ışığı gören koşup gelmeye başladı “doğum günün kutlu olsun, iyi ki doğdun” v.s... eyvallah deyip geçsem olmaz iki satır sağolun desem olmaz “yav zaten bugün değil yazdım öylesine; hem zaten annem amcam... babam askermiş v.s açıklasan olmaz” birkaç edebi ve felsefi lakırdı ettim kendimce günün anlam ve önemine binaen. Ama o laflar da işleri daha da karıştıracak gibi oldu... çözümü buldum kendimce. “size ne ne zaman doğduğumdan ne yiyip ne içtiğimden ne yaptığımdan?” deyip sildim doğum tarihi bilgilerini. Geriye kaldı iki satır yazı ki bir önceki yazı daha “içli, ağır, oturaklı, tumturaklı” olmuştu sanırım. Neyse onu geçelim geriye kalan iki satır şöyle: “gelemem öyle şeylere... ne zaman bağlar beni ne de mekan... başlangıcım sonum belirsiz... salınırım "hep" ile "hiç" arasında...  ”  ehhh öncesi sonrası olmadan bundan kim ne anlarsa, o da onların sorunu deyip devam edeyim ben.

 Son tahlilde gün kavramını aştığımı düşünüyorum, aştım çünkü çoğu zaman günleri karıştırıyorum, daha “kamusal alanda” bir falso vermedim. Pazar günü işe gitmişliğim olmadı, cumadan kendimi tatile çıkarmadım hiç. Ama kendi içimde “ölçülen biçilen düz ilerleyen başı sonu olan” bir gün, tarih, zaman kavramını yitirdim ve bu durumdan da acaip mutluyum. Saatsizlikten ( olmaması güzel birşey ) arasıra telefona bakarım saati günü tarihi hatırlamak için. İki saniye sonra saati hatırlarım günü unuturum günü hatırlasam saati unuturum, bazen ikisini bir araya getirmek için tekrar bakarım v.s...

 İşin felsefi kısmına gelince; zaman kavramını henüz anlamış ve kavramış değilim. Ölçülüp biçilmesine karşıyım ki yapılan hesaplara da inanmıyorum. Çok boyutlu zaman kavramını iki boyuta becerebilsek tek boyuta indirgemeye çalışan bir insan zekası ile karşı karşıyayız. Yaşımı düşünüyorum, resmi olarak şu kadar yaşadın diyorlar bana, benim de öyle söylememi istiyorlar. Ama bazen öyle geliyor ki bana; üç yaşında bir çocuğum, bir an sonra beli bükük “kocamış” bir adam. An geliyor, “ben daha hiç doğmadım ki!” diyorum, bazense “ölmüşüm de...” resmiyet bana kaç yıl yaşadığımı ne kadar gün gördüğümü söylese de “bizim hiç oyuncağımız olmadı ki:( “ eh o zaman hiç oyuncağımız olmasa da; oyuncağı olan milyonlarca “yeni nesil”den daha bir mutlu değil mi idik? Yeni nesilden mutlu olduğumuz sözü ise kendi içinde bir başka çıkmaz sokak...

 "dün gün içinde 3 5 defa doğdum 8 10 defa öldüm pek fark eden olmadı:)  al sana bir soru: 3 5 defa doğup 8 10 defa ölen biri şimdi ne haldedir?..." Face’deki “durum”uma “yani?” sorusu ile katkıda bulunan kadim (dön baba dönelim; kıyıdan köşeden de olsa, bir konuşma yazı içine Yüzüklerin Efendisi’nden birşey katmadan duramam; en sevdiğim kelime “ne idüğü belirsiz”, “kadim” ve “lakin”... “ne idüğü belirsiz” ile “kadim”in yüzüklerle ilgisi... hımmm eeee kitap 3 ciltti. Üçleme idi ben de üçlerim o zaman. Filmi Türkçe izlemenin tek zevki... arada bir duyulan “lakin” kelimesi... for example “ lakin hesaba katılmayan bir şey oldu; ve yüzük bilbo’nun eline geçti...) dostuma sorduğum bir soru... cevabını ben bile bilmiyorum: ) ama şunu söyleyebilirim, doğumun ve ölümün şiddetine göre; doğanın ve ölenin (dur bakalım nasıl kıyaslayacağız? Yaptığımız kıyaslama ile cümle aleme “inanmayın arkadaşlar demokrasi diye bir şey yok. Aslolan aristokrasidir, her zaman bir “iktidar seçkinleri” vardır. Demokratız diye profesörün oyu ile çobanın oyu aynıdır desek de; tek ölçü birimi “oy” değildir; “soyu, boyu” hesaba katmadan “oy” hesabı yapılmaz demiş de olacağız) etki derecesi deyip geçelim. Hayali bir teraziye koyduğumuzda einstein ile ibni sina’nın hangisi ağır çeker ya da neye nasıl olduğu konusunda  mutabakat sağlayamasak da profesörle çobanı nasıl ölçüp tartıcaz? Hangisinin ölümü ve doğumu neyi ne kadar etkiler? Sezgilerim şu yönde ki; yeri gelir bir doğum denklemde binlerce milyonlarca ölüme bedeldir; yeri gelir bir ölüm binlerce milyonlarca doğuma bedeldir... (burda biraz hız kesmek lazım... fonda “arabalar” filminden bir sahne... şimşek mcquin, kasabanın yolunu bir güzel asfaltlar... kasabanın arabaları yenilenen yola ilk defa çıkarlar...)

 Gelelim bugüne... günün olayı, gözlemi karmaşası otuziki kısım tekmili birden...

 3 5 defa dışarıya kaçış, kısa sürede geri dönüş... Ozan’ın ( sanırım bugünün Jacob’ı denebilir kendisine)  “dalga saymaya mı gidiyorsun?” sorusu üzerine yolu biraz uzatıp, Beşiktaş iskelesinin “öteki” kısmına geçiş...

 Beton zemine oturup salladım ayaklarımı aşağıya... hava puslu görüş mesafesi çok fazla değil; ehhh az da değil. Bakayım dediğim bir şey de yok aslında. Dalga sayacağım yok; “aman Üsküdar’ı göreyim; vahhh vahhh şu Kızkulesini de Marmarayı da...; canım Topkapı, güzelim Ayasofya...” geçen gemiler de pek umurumda değil, bir parça martılar... onlar da “mobil” geziyor olmasalar, sessiz sakin dursalar onlara da pek dikkat edeceğim yok... martılardan, gözlerim ve zihnim denize, denizanalarına doğru kaymaya başladı... “an’ı yaşa... akışına bırak”... pek bir filozof gördüm denizanalarını... dalganın gelişine göre dalgalanıyorlardı. Aslında ilk tespitim kendime yönelik oldu. Dalga saymaya çalışmadım; denizanalarını da... saymaya çalışsam da “pek de” değil “hiç de” başarılı olamayacaktım. (bak sen şu işe... nasıl da denk geldi... bilerek olmadı yemin...) durum tam da “ mutabık kaldık, sizin Ork olmadığınız konusunda mutabık kaldık” vaziyetleri idi. Otistik değildim; “yağmur adam”vari bir bakışta kibrit çöplerini/denizanalarını filan saydığım yoktu...

Denizanaları evet akışına bırakmışlar ve “an’ı” yaşıyorlardı. Bir sürü denizanası ve herbiri de farklı bir şekilde yüzüyorlar. Dalganın açısı, şiddeti; denizanasının iç çapı... Allah’tan kuantum felsefesine ilgi duysam da işi “fizik” kısmına kaydırmadığım için bu tür hesaplara hiç girmedim bile... kafalarına göre takılıyorlardı diyeceğim ama; denizanalarının kafaları var mı? Sırtüstü, yüzükoyun kurbağalama... yüzüyorlardı diyeceğim; pek onları anlatabilecek tanımlamalar olmasa da siz anladınız ne anlatmaya çalıştığımı... her biri farklı bir şekilde yüzüyordu...

 Yan tarafımda oturan liseli gençler vardı, bir ses duyuldu; tipik olağan iskele muhabbeti... “çiçek alır mısın bu güzel kızıma” ile başladı, “fal bakmaya” uğradı mı bilemem, “selpak” üzerinden “Allah rızası için elli kuruş bir lira”ya doğru döndü... felsefi, bilimsel düşüncelerim yavaş yavaş dini bir hal almaya başladı... yooo sadece dini değil psikoloji ve sosyoloji de karıştı işin içine... “ aman bana bulaşmasın, ver kurtul; herkes verdiği için sürekli istiyorlar; gazetelerde yazıyor, kesin hanları hamamları vardır; bunları düşünüyorsan; imkanı yok verdiğin “Allah rızası” için olmaz, paradoks mu yoksa kısırdöngü mü?”

Bana doğru yürümeye başladı... iki seçenek var önümde mavi kablo/ver kurtul, kırmızı kablo/oralı olma yok say... az kaldı geliyor...

 “ yavruuuum bi selpak versem alır mısın güzel bayan?”

Kafamı salladım sadece... çekti gitti... öğrenilmiş çaresizlik... ya da aynı patikalarda dolanıp durma... ( Not: Gergedan’ın algılama süresi ya da Türkçe tabiri ile “jeton”unun düşme süresi 14 saniye imiş...)

 Saniye 1- Türkiye de bilimsel felsefi gelişme olamaz; toplum buna müsait değil, biri gelir düşüncelerini böler...

 Saniye 2- Bilimsel keşifler sessiz ortamlarda özellikle çiçek, sakız, selpak satılmayan, ayakkabı boyanmayan, insanların elli kuruş ya da bir liraya ihtiyaç duymadığı... hatta mümkünse insansız ortamlarda yapılmalıdır...

 Saniye 3- Bilimsel keşifler için söylenebilecek tüm sözler felsefi düşünceler için de geçerlidir.

 Saniye 4- Denek kendin değilsen; ikinci maddede tanımlanan yerlerde hele de sırtını dönerek psikolojik ve sosyolojik gözlemlerde bulunma.

 Saniye 5- Her ne durumda olursa olsun ön arka sağ sol fark etmez hiçbir kişi nesne v.s ile “dik açı” filan oluşturma. Hiç kimseye ya da hiçbir şeye sırtını dönme!

 Saniye 6- Tümdengelimci isen; mavi kot pantolon, siyah mont giyip bir karış saçla deniz kenarına ayağını sallayıp oturma!

 Saniye 7- Tümevarımcı isen; sırasıyla a) mavi kot pantolon b) siyah mont c) bir karış saç d) deniz kenarı e) ayak sallama f) oturma g) ayak sallayarak oturma

 Saniye 8... metalik bir ses, düşen bir jeton... kaçan bir tren... uzaklaşan ayak sesleri...

 Not: Zaman hala duruyor saniye hala 8 benim için... size göre olayın gerçekleşmesinin üzerinden iki saat on yedi dakika geçti. Kuantum felsefesine fiziğine göre, bir kara deliğe girip geçmişe geri dönüp; “ehhh be teyze... gözün bozuk anlaşılan dur bakiiim daha çok para veriyim” mi desem... işi şebekliğe vurup “ sen beni bir de geçen hafta göreydin onbeş santim daha uzundu saçım” mı desem... ilkokul öncesi döneme geri dönüp (hayatımda küfrettiğim tek dönem) bir kaç okkalı küfür mü savursam... hepsi mi hiç biri mi?

 Not: Hele bir zaman işlemeye başlasın... Brokoliye de geliriz...

Etiketler : , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

5 Kere Cevaplanmış to “Brokolinin Sonu: Bitkisel Hayat…(I)”

  1. 1
    ugurozaltin Says:

    Astroloji ile ilgilenmeye başlayın doğum gününüzü bulursunuz hiç üzülmeyin

  2. 2
    Ramazan DOYUK Says:

    :)))))) ehhhh bundan bu anlam çıktıysa... brokoliye zor geliriz:)

  3. 3
    Halil DAĞ Says:

    Brokoliyi dert etmeyin,
    Güzel gidiyor. Ama ne yalan söyleyeyim, yazı gözü yoruyor. Bence içeriği böyle harcamayın (sonuçta bir daha bu düzensizlikte bir yazıyı okumam 🙂 ).

    Dokuz onlarda hatta ondörtlerde de görmek dileğiyle.

  4. 4
    Ramazan DOYUK Says:

    Halil Bey; yazının gözü yorduğunu kabul ederim. düzensizlik dediğiniz, size göre düzensiz olan bana göre gayet düzenli. tabii şöyle bir durum var ortada. bazı insanlar aristo mantığı ile düşünürler bilgisayar mantığı gibi bir bakıma. 3. halin imkansızlığı... bir şey ya vardır ya da yoktur. denklemler ikilidir çoklu değildir. ben düşünürken hele de yazarken özellikle yaptığım birşey değil bu "karışık düzensiz " v.s olsun gibi bir amaç düşünmeden böyle yazıyorum. herkesin ortak kanaati bu yönde 8 10 konuyu bir araya getirip bağlamaya çalışıyorsun diyorlar ama bana göre zaten bağlı. hepsi birbirini açan genişleten cümleler haller ve durumlar.

    "Dokuz onlarda hatta ondörtlerde de görmek dileğiyle." sanırım şunu demek istediniz... hele bir evrimini tamamla... tam bir "gergedan" ol... ondan sonra yazmaya devam et:)))))

  5. 5
    Halil DAĞ Says:

    Ramazan Bey,
    Ne münasebet, dileğimden böyle bir anlam çıkarmasaydınız keşke.
    Düzensizlikten kastım ise biçimsel itirazdı.
    Yoksa yazanın stiline laf etmek ne benim ne de başkasının haddine değil. Derler ya her yiğidin bir brokoli yeyişi vardır diye. İstediğiniz gibi yersiniz o sizin bileceğiniz iş. Sadece aldığınız tadı bize anlatın bize bu da yeter.
    Neyse, sanırım birbirimizi anlamakta zorlanacağız. Kimbilir 14 e doğru işler yoluna girer.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank