Bireysel ve Toplumsal Özgürlükler
Her türlü müdahaleye açık ve kendi öz varlıkları ile ilgili özgürlük duyguları gelişmemiş olan bireylerin oluşturduğu toplumlarda “toplumsal özgürlük” duygusu ve algısı üzerinde durmak gerekiyor. Gerek telekomünikasyon teknolojilerinde ve gerekse iletişim araçları ve yöntemlerinde meydana gelen (mesela uydular üzerinden haberleşme ve internet gibi) devrim niteliğinde gelişmelerle gündeme gelen “globalizm (küreselleşme)”, bireysel ölçekten küresel düzeye kadar, insanların yaşamlarında neden olduğu, oldukça hızlı ve köklü değişimlerle gündemde kalmaya devam ediyor.
İşte, tarihte daha önce benzeri görülmemiş olan böyle bir süreçte, “bireysel özgürlük” ve toplumsal özgürlüğün örgütlü bir ifadesi olan “bağımsızlık” kavramlarına, her geçen gün yeni anlamlar ve fonksiyonlar yükleniyor. İnsanlık küresel olarak, adeta kültürel ve siyasal bir evrimden geçiyor… Bu süreçte, inisiyatifi ellerinde bulunduran toplumlar, diğer toplumlar üzerinde her alanda etkili olmaktadırlar. Kendi düşüncelerini, yaşam biçimlerini, kültürel normlarını, sanatlarını, kısacası toplum olarak sahip oldukları her şeyi, diğer toplumlara dikte edebilmektedirler.
Küresel ölçekte ve sürekli olarak birbirini tetikleyen değişim süreçlerinde inisiyatif sahibi olamayan toplumlar ise, “her türlü müdahaleye açık” bireysel ve toplumsal yapıları ile, giderek milli niteliklerini yitiriyorlar.
Bu durum karşısında, toplumları belki de, “etkin (dönüştüren)” ve “edilgen (dönüştürülen)” şeklinde başlıca iki kategoride ele almak gerekiyor. Elbette, yeryüzünde yaşayan tüm toplumların, “tek tip” yaklaşım ile sadece bu iki grupta olduklarını düşünmek doğru olmayacaktır. Zira, toplumların, diğer toplumlar üzerinde “etkin” oldukları alanlar olabileceği gibi, “edilgen” durumda kaldıkları alanlar da olacaktır. Sonuçta, bir toplumun, diğer toplumlar karşısında, hangi konularda ne kadar “etkin” ya da “edilgen” olduğuna bakarak, toplamda ne derece “etkin” ya da” edilgen” olduğuna karar verilebilir. Bu noktada gözden kaçırılmaması gereken şey ise, zaman içinde, bir toplumun ne kadar kendisi olarak kalabildiği ya da, geçmişinden getirmekte olduğu karakteristik özelliklerinden ne kadarını kaybettiğidir.
Eğer bir toplum, tarih boyunca koruyageldiği ve gelecekte de sürdürmeyi arzu ettiği milli niteliklerini, diğer toplumlara anlatamaz, onlara kabul ettiremez ve hatta benimsemelerini sağlayamaz (yani, milli kimlik unsurlarını başkalarına pazarlayamaz) ise (başta yaşadığı ülkenin coğrafi konumunun gerektirdiği yakın ve bölgesel rekabet alanları olmak üzere), gücünü koruyamaz ve hiçbir küresel etkinliğe sahip olamaz!..
Bölgesel ve küresel ölçekteki uluslararası tüm rekabet alanlarında “etkin” bir toplum olmanın yolu ise, önce bireylerin her türlü müdahaleye kaşı korunması ve bireysel özgürlük duygusunun olabildiğince güçlendirilmesinden geçiyor. Ne olduğu her zaman tartışmalı olan “kamu (bazen bu ‘devlet’ oluyor) yararı” gerekçesi ile bireylerin sürekli olarak her türlü müdahaleye açık olduğu toplumlarda, bireyin tüm kapasitesini kullanması ve istene düzeyde üretken olabilmesi mümkün değildir.
Kendini azami derecede özgür hisseden bir kişinin üretkenliği ve başta kendi toplumu olmak üzere, tüm insanlığa yaptığı pozitif katkı ile kendini özgür hissetmeyen ve sürekli müdahale korkusu altında yaşayan bir kişinin katkısı elbette ki aynı olmayacaktır. Kaldı ki, bireyler toplumlarına sadece pozitif katkı yapmazlar, ayrıca negatif etkiler de yaparlar. Kendini özgür hissetmeyen (ve zaten gerçekte de özgür olmayan) bireyin üretkenliği özgürlük hissine ve bireysel kapasitesine bağlı olarak azalırken, kendi toplumu üzerindeki negatif etkisi de o derece yüksek olmaktadır.
Özgürlüklerin ve insan haklarının sürekli tartışmalı olduğu geri kalmış toplumlarda, adeta “gemisini kurtaran kaptan”dır. Tüm Dünyada kabul edilen genel ölçülere göre, bireyin optimum üretkenliği 18 ila 65 yaşları arasında (47 yıl) olması gerekirken, geri kalmış toplumlarda insanlar 40 yaşın altında emekli edilerek, sözüm ona “istihdam” sorunu çözümleniyor!.. Böylece, sadece 22 yılı kullanılan çalışan bireylerin gerçekleştirdikleri toplam üretimle, bu genç emekliler ve onların aileleri, fazladan 25 yıl daha finanse edilmektedir. Nedense daha işin en başında, orta ve uzun vadede, böyle bir toplumsal ekonomik düzenin sürdürülmesinin mümkün olamayacağı düşünülemiyor! Kendine güveni olmayan ve “kamu yararı” gerekçesi ile sürekli olarak devletin müdahalesine açık olan birey için böyle bir erken emeklilik, en azından “kendi gemisini kurtarma” anlamına geliyor.
Sonuçta böyle bir uygulama, zaten bireyin sahip olduğu tüm kapasiteyi kullanma konusunda yeterli olamayan toplum düzeninde, ayrıca bir de, bireyin, çok azı kullanılabilen kapasitesini kullanma süresini de %55 düşürerek ve ortalama 25 yıl civarında olması gereken emeklilik dönemini iki misli arttırarak, sadece binilen dalın kesilmediği, ağacın da kökünden yok edildiği değerlendirilemiyor! Burada, ortalama 22 yıl kadar çalıştırıldıktan sonra emekli edilen ve 50 yıl boyunca emekli maaşı ödenen genç kitlelerin, tüketim kapasitelerinde (moda, teknolojik gelişme vb. gibi etkilerle) zaman içinde meydana gelen artışın toplumsal ekonomiye getirdiği ilave yüklerin de hesaba katılması gerekiyor.
Özgürlük duygusu zayıf ve müdahalelere açık bireyler, siyasi konularda da edilgen konumdan kurtulamazlar. Mesela, seçimlerde oy kullanırken, özgür iradeleri üzerine konmuş olan “mutlak ipotek”i göremezler! Şu günlerde, Türkiye’de 12 Haziran 2011 tarihinde yapılacak olan 24. Dönem Milletvekilliği Genel Seçimleri için, siyasi partilerin “Milletvekili Aday Listeleri” belirleniyor… Listeler, siyasi parti Genel Merkezleri tarafından Yüksek Seçim Kurulu’na sunulmadan önceki birkaç hafta boyunca, siyasi parti tabanlarının eğilimlerini belirlemek amacı ile yapıldığı (ki vatandaş, zaten buna “Gaz alma çalışması” diyor) ifade edilen; ama, tamamen göstermelik ve sonuçları da (nedense) son derece “gizli” tutulan “temayül” yoklamaları ile sözüm ona aday listeleri oluşturuldu. Bu konuda, tüm partiler için ortak ve değişmeyen tek şey ise, ancak Yüksek Seçim Kurulu’na sunulduktan sonra kamuoyuna açıklanan Milletvekili Aday Listelerinin, parti tabanlarının eğilimlerini ve beklentilerini karşılamamasıdır.
Tüm partilerin milletvekili aday listelerinin, sadece Genel Başkanlar tarafından belirlendiği bir seçimde, “özgür irade”nin nasıl kullanılacağı hususu, Türkiye’de zaten hiç kimse için sorun teşkil etmiyor! Batı demokrasilerindeki özgür yaşanan, son derece şeffaf aday belirleme süreçleri, nedense Türk insanının ilgisini çekmiyor!
Gelişmiş toplumlarda, tabandan gelmeyen isimlerin milletvekili aday listelerine girmesi, siyasi parti liderleri için göze alınabilecek bir husus değildir! Bu konuda, oralarda da belki bazı istisnalar yaşanıyor olabilir; ama bu, gerçekten sadece bir “istisna”dır. Siyasi parti teşkilatları, toplumun beğeneceği isimlere aday listelerinde yer verebildikleri ölçüde vatandaştan oy alabileceklerini bilirler; çünkü o toplumlarda “siyasi parti fanatizmi” sürükleyici düzeyde değildir.
Oysa, geri kalmış toplumlarda, incir çekirdeğini doldurmayacak ölçekteki kendi işlerine aklı ermeyen insanlar, ulusal ve uluslararası meselelerde ahkam keserek, siyasi parti fanatizmi yaparken, gelişmiş toplumlardaki özgür bireyler, kapasitelerini azami derecede kullanarak, toplumlarına pozitif katkı yapmaya devam ederler; seçim günü geldiğinde de sandığa gidip oylarını kullanırlar. Seçim sonrasında ise (müteakip seçime kadar kesintisiz olarak), iktidarı ve muhalefeti ile tüm seçilmişleri, “seçim öncesi söylemleri ve vaadleri” çerçevesinde takip ederler ve denetlerler.
İnsanların bunu yapabilmeleri için ise, tek tek birey olmaları ve toplumlarına sürekli pozitif katkı yapmaları gerekiyor. Bu gibi bireyler ise (son derece sınırlı bazı istisnalar dışında), dışarıdan yapılacak her türlü müdahalelere kapalı ve olabildiğince özgür insanlardır.
Türkler olarak, bir an önce çok iyi anlamamız gereken husus budur! Yoksa, aslında herhangi kayda değer nitelikleri olmadığı halde “lider”, “önder” vb. pozisyonlarda toplumun önüne çıkan (ya da birileri tarafından çıkartılan) insanların peşinde koşarak (ya da koşturularak) zamanımızı ve imkanlarımızı (özellikle de insan kaynaklarımızı) heba eder dururuz…