Birbirimizle Çatışarak Nereye Varacağız?
Asırlar ve hatta bin yıl boyunca, birlikte ve dostluk içinde aynı tarihi süreci yaşayan toplulukların, bir anda (hem de çok basit gerekçelerle) birbirleri ile kanlı-bıçaklı oldukları görülür… 20. yüzyılın ilk yarısında, Doğu Anadolu’da Ermenilerle Türkleri birbirine düşüren, Almanya’da Nazileri Yahudi katliamına götüren, (kişisel ve toplumsal)sebepleri (duyguları ve düşünceleri) ne derece anlayabiliyoruz?
11. yüzyıldan 19. yüzyıl sonlarına kadar, Türklerle kardeşçesine birlikte yaşamış olan Ermenilere I. Dünya Savaşı yıllarında ne oldu da, çeteler halinde Türk köylerini basıp ateşe verdiler, katliamlar yaptılar?!. Sonra da Osmanlı Hükümeti’nin o meşhur “tehcir” uygulaması geldi ve bugün dış politikada Türk devletinin başını ağırtan en önemli meselelerden biri doğmuş oldu!
Bu gibi meseleler, aslında birtakım sebepler (ya da sebepler silsilesinin) sonucu olan olgulardan hareket ederek analiz edilemez ve anlaşılamaz! Bireylerdeki davranış anormallikleri, nasıl ki çeşitli psikanaliz metodları kullanılarak anlaşılmaya ve tedavi edilmeye çalışılıyorsa, toplamsal konularda da adeta bu gibi yöntem ve metodolojilere ihtiyaç vardır.
Yüzyıllarca, bilmem kaç nesil boyunca birbirlerine yan bakmamış olan, mesela biri Hıristiyan diğeri Müslüman olan iki komşu ailenin mensuplarına, bir anda ne olmuş olabilir?
Bu ailelerin kendi içlerinden kaynaklanan herhangi bir sebeple çatışma çıksa bile, benzer konumda olan diğer aileler devreye gider ve mesele büyümeden halledilir. Ama, bir yere geliniyor ve çok basit bir meseleden dolayı çıkan (ya da çıktığı zannedilen) bir problem bir anda kontrolden çıkıyor ve büyük facialar yaşanabiliyor.
Birbirlerinden farklı çok çeşitli alt topluluklardan meydana gelen toplumlarda, tarih boyunca yaşanan kader birliğini bozabilecek “dış” etkenler ile, bu toplumla “rekabet (ve çatışma)” içinde olan diğer toplumların manipüle edebilecekleri “iç” etkenler, tüm toplumların “zayıf” yönleridir. İşte bu bahsettiğimiz iç ve dış etkenler konusunda yeterince dikkatli olunamaz ve gerekli olan savunma tedbirleri alınamazsa bir süre sonra, yüzyıllar boyunca kardeşçe yaşamakta olan insanlar birbirlerini boğazlamaya başlar.
1915 Ermeni katliamları ve tehciri, Nazilerin 1940-45 arasındaki Yahudi katliamları, belki sıradan insanlar için çok gerilerde kalmış olabilir. Ama, bu toplumun aydınları için bu tür hadiseler son derece taze sayılır.
Bugün ise, 1980’li yılların başlarından itibaren alevlenen terör eylemleri ile gündemimize gelen ve neredeyse 30 yıldır önemini koruyan Kürt meselesi ile ilgili yazılıp çizilenlere bir bakın; hangisinin elle tutulur bir tarafı var? Bu ve benzeri meselelerin bulandırdığı sularda balık avlamaktan başka derdi olmayan kesimlerin ekmeklerine yağ sürme amaçlı (sözüm ona), analizlerle milletin kafası allak-bullak ediliyor.
Eğer hatırlarsanız, 1980’li yılların ortalarında ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) tarafından yayınlanan bir broşürde, Güneydoğu Anadolu topraklarının bir kısmının “Kürdistan” olarak işaretlendiği şeklinde basında bazı haberler yer aldı. O zaman bu duruma karşı, hem devlet hem de millet olarak çok büyük tepkiler gösterdik!
Peki, sonra ne oldu?
Hiç.. Ne olacak!
Amerikalılar, her zaman yaptıkları gibi, basit bir özür dileme ve broşürü yayından kaldırma vaadi ile işi geçiştirdiler…
Birkaç yıl sonra ise, 10 Temmuz 1987 tarihli “Olağanüstü Hal Bölge Vâliliği Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” ile Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van illerini kapsayan topraklarımız, Diyarbakır merkezli olarak, “Olağanüstü Hal Bölgesi” ilan edildi.
Bu konudaki çok ilginç bir durumu, nedense hepimiz, itina ile gözardı ettik! O bizim sert tepki gösterdiğimiz Pentagon’un haritasındaki sınırlar ile, bizim kendi elimizle (hem de Meclis kararı ile) ilan ettiğimiz bölgenin sınırları, inanılmayacak derecede birbirlerine benziyordu!
Çok daha eskileri bir yana bırakacak olursak eğer, sadece 1984’deki o meşhur Eruh baskınından bu yana meydana gelen gelişmeler, bize acaba tam olarak neyi gösteriyor dersiniz?
Sadece olgulardan hareket edersek, bu meseleleri asla anlayamayacağız. Tüm bu hadiselere neden olan dinamikleri tek tek ve bu dinamikler arasındaki ilişkileri ayrı ayrı olarak ele almak ve anlamak gerekiyor. İşte o zaman devlet ve millet olarak bizler, senaryosu ve yönetimi başkalarına ait olan olayların arkasından koşmaktan bitap düşmeyeceğiz!
Tamamen bizim dışımızda etkenlerle meydana gelen olayların peşinden koşmaktan millet ve devlet olarak iflahımız kesilmeden, bizim, gelişmelerin önüne geçmemiz gerekiyor. Sadece Kıbrıs ve Kürt meselelerinin bu ülkeye maliyetleri göz önüne alındığında bile karşı karşıya bulunduğumuz riskin boyutları gayet iyi bir şekilde anlaşılabilir.
Kendi içimizdeki farklılıkları birer zenginlik unsuru haline getirmemiz gerekirken, biz birbirimizin boğazına sarılıyoruz! Bu boğuşmadan ne bizim, ne de boğazına sarıldığımız kardeşimizin kazançlı çıkma ihtimali yok! Bu çok açık olarak görülüyor zaten.
Peki o zaman derdimiz nedir?
Bugün ülkemizde yaşayan her kim olursa olsun, hiç kimsenin diğerlerinden vazgeçme lüksü olmamalıdır. Böyle bir düşünce, bu topraklarda yaşayan insanların iradeleri dışında, yeni ve çok farklı toplum ve devlet düzenlerinin kurulmasının yollarını açar.
Eğer dış politika, “az koyup, çok alma” sanatı ise ve biz, başta bu iki mesele olmak üzere, neredeyse hiçbir konuda koyduğumuzdan fazlasını alamamışsak, bize çok daha farklı yeni bir bakış açıları ve metodlar gerekiyor demektir.
Çağın gerçekleri ile ilişkilendirilemeyen eskimiş paradigmalarla, hiçbir konuda mesafe alma imkanımız olamaz. Bizim, bir an önce millet olarak bunu anlamamız lazım.
Bütün mesele, bunun nasıl olacağında düğümleniyor!