Bir Yalnız Adam
Sevgili Babalara...
On sekiz’lik delikanlı oğlumla birlikte yanına yaklaştığımızda yeşil fındık ocağının dibinde yatıyordu.
Çamurlu ve yırtık abasını üzerine örtmüş durumdaki bu uzanışı, sanki onun bir ömürlük özetiydi..
Çocukluğu dâhil tüm yaşamı bu fındık bahçesinde geçmişti. Katıksız bir emekçiydi.
Oğluma;
—bak orada deden uyuyor. Yine çok çalışmış. Şimdi de dinleniyor. Hayatı gibi hep yapayalnız bir adam.. Sessizce geçelim, yemek torbasını saklayalım, bakalım tepkisi ne olacak?
Oğlum;
—peki, fakat fazla değil, fark ettikten az sonra ortaya çıkıp, “şaka yaptık” diyelim.
Yavaş adımlarla ve sessizce elma ağacında asılı duran yemek torbasına yaklaştık. Torbayı alıp biraz ilerideki bol yapraklı bir fındık ocağının arkasına saklandık.
Saat on ikiye geliyordu. Nasıl olsa birazdan uyanır, yemeğini yemek için ayağa kalkardı. Beklerken ben de oğluma;
-bak şu bahçenin güzelliğine, şu temmuz güneşinin yeşil yapraklar arasından sızarak dans eden ışıltılarına, otların, çiçeklerin, kuşların böceklerin gülümseyen yaşam sevincine..
Elma, armut, ceviz, üzüm, kiraz , yaykın ve akasya ağaçlarının birbirinden güzel yaprak, çiçek, renk ve koku cümbüşüne..
İşte benim de çocukluğum bu yeşil fındık bahçelerinde inekleri otlatarak, çalışarak geçti. Boş zamanlarımda şu ceviz ağacının gölgesine uzanır, elimde; Maksim Gorki’nin Ana romanı ve ya Lenin’ in Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Emperyalizm, ya da Hasan Hüseyin’in şiirlerini okumaya dalar kendimi unuturdum. Bu toprakların güzelliğini o yaşlarda tam alamadığımı sonradan fark ettim.
Birden bir ayak sesi duyduk. Oğlum yavaş bir sesle;
—dedem kalkmış, elma ağacına doğru gidiyor.
Ben;
—tamam, deden harekete geçti. Şimdi şenlik başlayacak.
Ağacın dallarına, sonra da etrafına baktı. Hiddetle;
—hırsızlar yemeğimi çalmış! dedi. Aç kaldık bugün. Allah belasını veresiceler!
Oğlum saklandığımız yerden fırlayarak;
- dede yemeğin bizde, torbayı biz sakladık, şaka olsun dedik..
Yalnız adam, sevinç karışımı bir şaşkınlıkla;
—lan nerden çıktınız siz böyle. Ne zaman geldiniz?
Ben de gülerek yaklaştım;
—selamın aleyküm,
—aleyküm selam
—hoş geldiniz
—hoş bulduk
Kucaklaştık, yemek torbasını verdik, yeşil çimenli düz bir yere oturduk.
O, yemeğini yemeğe koyuldu biz de yanına oturduk. Oğlum;
—dede her gün gelir misin bu bahçeye?
—evet, kış –yaz- yağmur- çamur fark etmez neredeyse her gün gelirim. Bir-iki haftada bir Fatsa’ya şehre giderim. İhtiyaçlarımı alır, dolaşır köye dönerken yine de bahçeme bir uğrarım.
—Fatsa’da hiç kahvede lokantada oturmaz mısın?
—hayır, çünkü sigara içmem, al papazı- ver kızı bilmem, milletin dedikodusuna hiç girmem, acıktığımda hele bir de yaz ise ekmek, peynir, karpuz, helva alır, sahile gider, dalgalara ve denize bakarak karnımı doyururum.
Hanımla beraber pazaryerine gider, evin ihtiyaçlarını alır, sonra O’nu köyün arabasına bindirir, ben; yaya bahçeme gelir, oradan da yine yürüyerek köydeki evimize ulaşırım.
—yani geliş-gidişlerde de arabaya binmezsin değil mi?
—evet, mümkün olduğunca binmem, hep yürümeyi severim. Severim dediğime de bakmayın. Anam beni çile çekmem için doğurmuş. Bazen babama da kızarım. Bana da kumarı- rakıyı öğretseydi de ben de millet içine gitsem, iki laf etsem. Ama hiçbir şey bildiğim yok. Ağzıma sigara-içki koymadım. Kahveye gitsem hiçbir oyun-kâğıt bilmem. İşte böyle her gün işimden eve, evden bahçeye gelir-giderim.
—akşamları ne yaparsın dede?
—yemek yer, çay içer, televizyona bakarım, erken yatar, erken kalkarım.
Oğlum sorularına aldığı yanıtlar ve yaptığı gözlemlerle dedesini ilk kez yakından tanımağa başlamıştı. Bu sohbetten sonra her şeyimizi borçlu olduğum fındık ocağına yaklaştım. Elime bir bıçkı aldım. Ocağın etrafındaki ot-çöp, çalı çırpı ne varsa temizledim. Fındık dallarından yere düşen çotanaklar artık rahat görülecek ve toplamada kolaylık olacaktı. Fındık mevsimi yaklaşırken bu işlem tüm bahçelerde yapılırdı.
Dedeyi bahçede bırakıp bir saat yukarıdaki köy evimize doğru yürüyüşe geçtik. Yol boyunca oğlumla konuştuk:
—dedenle iyi sohbet ettin valla, sevinmiştir.
—dedem gerçekten çok yalnız, ayrıca çok dürüst bir insan.
—evet, öyle, ayrıca çok da acılı. İki genç oğlunu trafik kazasında kaybetti. Bir kızı hastalıktan öldü. Yıllardır tefeciden aldıkları yüksek faizli borçlarla yaşamışlar, paçayı kurtaramamışlar fındık tefecilerinden. Sadece dedenler değil tabii yüzlerce köylü yıl boyu çalışır, fındık üretir, sonunda borçlu oldukları fındık tüccarlarına ürünlerini satarlar, ama ellerinde avuçlarında pek bir şey kalmaz, yeniden yıl boyu borç paralarla yaşamaya çalışırlar. Fındık köylüleri bir ömür boyu böyle yaşar, sonra da ölürlerdi.
—hiç masrafsız bir adam olduğu halde dedem, yine de tüccarlara borçlu oluyorlar.
—evet, bu bir sistem. Sadece köylüler değil, bizim gibi ülkeler de böyle. Gelişmiş kapitalist az sayıda ülke onlarca az gelişmiş ülkeyi ağır koşullarda borçlandırarak her bakımdan bağımlı yapmışlar, dünya düzeni de böyle işliyor.
—kolay değil mi bu sistemin dışına çıkmak?
—o kadar kolay değil. Ama Türkiye Kurtuluş ve Kuruluş Yıllarında bunu büyük ölçüde başardı. Sonraki yıllarda aynı kararlılığını sürdüremedi.
—bugün dünyanın birçok bölgesinde-ülkesinde yüz binlerce insan bir araya geliyor ve “bir başka dünya mümkündür” diyorlar. Bireyin olsun, toplumun olsun her zaman bir başka şekilde yaşama hakkı ve olanağı vardır. Yeter ki milyonlarca insan bunu istesin, bunun için mücadele etsin…
—acaba dedem de bir başka hayat ister miydi?
—bilmem, keşke sorsaydın. Sanırım o toprağa bağlı olmanın dışında bir şey istemez.
- dedem yalnızlığının yanı sıra, özgür de değil, anladığım kadarıyla..
—evet, evet hiç özgür değil. Mali yönden tüccara, geçim için toprağa, ruhen anasına, fikren geleneklere, günlük yaşamda da karısının yönlendirmelerine bağlı kalmış, biraz “zavallı” bir adam. Bir başka bağlılığı da doğruluk ve dürüstlük olmuştur. Hiç yalan konuşmaz, daha doğrusu konuşamaz.
Birkaç gün sonra Karadeniz tatilimiz bitti. Oğlumla Ankara’ya döndük.
O yılın son günlerine doğru işten eve döndüğüm bir akşam oğlum;
—dedem ağır hastaymış, hastaneye kaldırmışlar, dedi.
Hemen annemi aradım. Annem de hemen gelmemi istedi.
Fatsa Devlet Hastanesine ulaştığımda geceydi. Yatağında sessiz ve baygın biçimde yatıyordu.
Yanına iyice yanaşıp, ses verdim.
Yarı kapalı olan gözlerini hafiften açarak ve anlaşılmaz bir derinlikten gelen “hııııııımmmm” mırıltısıyla selamladı beni. Öyle zannettim.
İçimdeki bir dayanak kopuyordu ve ben pek de farkında değildim.
Çünkü O’ na hiç yakıştıramamıştım, “ömürlük elveda”yı..
Sanki hiç yaşamamış gibiydi..
O hep yalnızdı ve benim babamdı…