content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

21 Oca

Bir Öğle Arasına Sığan Haller

Tembelim... İtiraf ediyorum. Cuma günü öğle arası verilen yemek molasındaki bir saati oturup yazacaktım. Zorlamalar arasında "e hadi yazayım" şımarıklığı ile bilgisayarın başına oturdum. Bugün rutin bir pazar günü. Uzun geçen bir kahvaltıyla birlikte başlayan, kanepe ve koltuk üzerinde devam eden gazete okuma sefası.. Oh ohhh!! En son, yani bilgisayar masasına oturmadan önce, koltuğumu güneşe doğru, sol cephemi ise pencereye, dolayısıyla, sislerin arkasında hayal meyal görünen uzak deniz manzarasına çevirmiş; elimde Leyla İpekçi ile yapılan röportaj, gözlerim sislerin arasında zar zor seçilen gemiyi netleştirme çabasında, aklımda ise cuma günü öğle arası verilen yemek molasındaki yaşadıklarımı "hani yazacaktım", derdi. Bütün bunları düşünürken Leyla İpekçi kelimelerin kendine verilen bir nimet olduğun ve bu nimetin farkındalığı ile yazma borcunu en iyi şekilde yerine getirmeye özen gösterdiğin söylüyordu. Acaba bana böyle bir nimet verilmiş miydi? Verilmiş ve ben bu nimete değerlendirmiyor muydum? Yoksa kendi kendime gelin güvey mi oluyordum? Hem şimdi bu manzarayı ve gazeteyi bırakıp kim bilgisayarın başına geçecekti ki? Kütüphanede duran harikulade deftere baktım. Deftere yazmak, sandalyeye oturmak zorunda olmaktan daha iyiydir.

 Oturduğum yerden manzaramı ve keyfimi bozmadan eski günlerde ki gibi 'kurşun kalem' kullanarak yazabilirdim!
Karşıdaki at kestanesi ağacında, öleli çok zaman olmuş, öyle sallanıp duran son birkaç yaprağa bakıyordum. Benim yazım güzel değil ki! O güzelim deftere ne kadar çirkin yazacaktım, kim bilir. En iyisi, belki de başka bir gün yazmak. Evet bu harika ve çok isabetli bir fikir. Derken bir "of" çekmişim. Eşim ne olduğun sordu. Kısaca özetledim. Sonuç? Bilgisayar masasındayım. İşte yazıyorum cuma öğle tatilimdeki o bir saatlik yemek molasında neler gördüm ve neler düşündüm. Buyurun.. Siz önden buyurun. Hayır efendim, lütfen siz... Tamam, tamam yazıyorum.

Öğle yemeğine yarım saat geç çıkınca yalnız kaldım. İşin kötüsü pek aç değildim de. Ama güneşli bir Ocak günüydü ve mutlaka dışarı çıkmam gerekir, diye düşündüm. Üzerime montumu alıp kendimi Esentepe'den, Mecidiyeköy istikametine bırakıverdim. Mecidiyeköy'üne inen ana caddenin sağ tarafından yürürken Finansbank ve Kuveyttürk bankalarının genel müdürlük binalarını geçince hemen yanlarında yeni bir alışveriş merkezi yapıldı. Henüz açılışı yapılmadı: Astoria. Artık, Türkiye'nin ve Avrupa'nın bilmem kaçıncı, en büyük, en lüks, en filan ve feşmekan alışveriş merkezidir.

Finansbank'tan çıkan iki hatun, Astoria açılmış galiba, haydi gidip bakalım, nidalarıyla o tarafa seğirtirken, hayal kırıklığına uğramışlardı. Son rötuşları atılan merkez henüz açılmamıştı. Bizim ofisteki bayanların da kimisi alışveriş yapabilmek için, kimisi de alternatif restoranların olması hasebiyle dört göz aynı heyecanla bu merkezin açılışını bekliyor. Önünden geçerken, binanın yapımı için çalışan işçilerin de yemek molası verdiklerini gördüm. Kimisi binadan çıkıyor ciplerine ve lüks araçlarına binip gidiyordu. Kimisi ise işçi tulumlarının içinde ekmek arası bir şeyler yemenin derdine düşüyordu bir bardak kola ile... Fıskiyeli bir takım peyzaj çalışması yapmışlar yol kenarına doğru olana. Sular zıplayıp, zıplayıp duruyor ama hepsini çalıştırmamışlar. Bir kısmı çalışıyor. Su sıkıntısı yaşadığımıza göre, deniz suyundan yapılmış olmalılar, diye düşündüm.

Derken, Mecidiyeköy'üne biraz daha yaklaşmıştım. Güzel bir güneş vardı solda bana eşlik eden. Sağ tarafta ise bir market. Astoria'nın tulumlu adamları onlarca, ekmek, peynir ve kola ile alışveriş arabasını doldurmuş çıkıyorlardı. Ben ne yiyecektim? Hala aç hissetmiyordum kendimi ama en azından bir çorba içsem, bir da tatlı yesem, fena olmaz diye düşünüyordum. Köşe de bir simit sarayı var, köşeyi dönünce de Bulvar pastanesi geliyor hemen. Toku doyurmak zordur derler ya, ne kadar da doğru. Bulvar pastanesine girdim. Tatlı ve belki bir limonata, ne dersin? Hayır... çıktım. Bulvar pastanesinin köşesinden aşağı doğru indim, gayri ihtiyari.. Tolga Han dans kursu

 Demek buradaymış. Filan sofrası, falan lokantası... en iyisi döneyim, diye karar verdiğim anda kafamın üzerinden geçtiğini bile fark etmediğim bir kuş yakama pisledi: 'şılap' Araçların aynalarından baktım, kafama gelin bir şey var mı, diye. Temizim. Şimdi ne yapmalıydım? Milli Piyango almalıyım! Öyle söylerler ya. Geldiğim yollardan dosdoğru geriye döndüm. Vatan Gazetesi'nin civarında iş arkadaşlarımdan birin gördüm. Kuşun pislediği yeri sorunca, söyledim. "Piyango bileti alsana, kızının şansınadır belki, ama al mutlaka" dedi. Bir bildiği mi var acaba, alsam mı diye düşündüm. Birkaç adım ileride Astoria'ya gelmeden yaşlıca bir kadın kağıt mendil satıyordu. Finansbank'tan çıkan hatunlar kadından mendil aldılar.

Bunu yardım için yaptıkları belliydi. Nimet Abla Camisi'ne doğru gitmeye karar vermiştim. Mutlaka orada piyango bileti satılıyordur. Bu düşüncelerle hızımı artırarak mendil satan kadının yanından geçtim. Kadın bir şeyler söylüyordu ama ben hızını kesememiş, kırmızı ışık yanar ayak geçmiş bir şoför gibiydim. Ama durdum. Birkaç bozukluk çıkartıp, geri döndüm. Yanakları kızarmış, soğuktan dudakları çatlamış, gözlüklü, güler yüzlü, başörtülü tonton bir ihtiyarcıktı

 Mendili uzattı bana, istemedim, ısrar etti. O arada başka biride bozukluk uzatıyordu. "Başka birine satarsın, teyzecim, helal olsun" deyince bir daha ısrar etmedi. Diğer kadında sanki benden cesaretlenerek aynısını yaptı. Alacağım piyango biletinin, bana çıkacak ikramiyesi ile hayaller kurmaya devam ettim. Elli altmış lira çıksa, kızımın hayrına bu teyze gibi birilerine hemen verirdim, diye düşündüm. Ya daha fazla çıkarsa, şöyle beş yüz bin ya da daha fazlası! O zaman da hepsini gözümü kapatıp verebilir miydim? Galiba riyakârim! Hala bir şey yemedim. Önce Nimet Abla Camisine gideyim, piyango biletimi alayım, 'kızımın şansına' sonra Pelit'te bir şeyler yerim ve ofise dönerim, diye planımı yaptım. Caminin altında piyango bileti satan bir yer göremedim. Biraz daha ilerledim.

Pelit'e geldim. Sigara içilmeyen bölüm olup olmadığını sordum. Yok! Çok ayıpladım. Neden içilen ve içilmeyen diye ayrı bölümler oluşturmuyorlar. Sigara yasağının gelecek olmasına öyle seviniyorum ki, içen biri olarak! Camiye doğru geri döndüm son bir kere daha bakındım ve sonra utandım. Piyangocunun ne işi vardı 'cami'nin altında! Köşede bir tekel ve gazete bayisi vardı. Ona gözüm takıldı ama yeşil ışık yanmıştı ve karşıya geçmek için ayaklarım beynimden önce davrandı. Sürücüsü kadın olan bir araba üzerime doğru geliyordu. Trafik ışığı yeşil yanıyordu ama kadın buna aldırmadı. Acaba hamile olduğumu fark etmemiş miydi? "Hey, yeşil ışık" filan dediysem de kadın umursamadı bile.

Karşıdan gelen yayalardan biri "manyak bunlar, manyak!" dedi. "Matbuat Sokak"tan aşağıya inerken, solda bir restoran var, genellikle yalnız isem, yemeklerimi burada yerim, oraya girerken, ne göreyim milli piyangocu! Yanımdan sessizce geçip gidiyor. Ne o bir şey teklif etti, ne ben kardeş bir bilet, dedim. Göz göze bile gelmedik. Sonra bir çorba, bir tatlı ve bir de günün gazetelerinden birini istedim. Kasada hemen ödemeyi yaptım. Yemeğimi yedim ve hemen ofise geri döndüm.

Etiketler : ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank