Bir Medeniyet Nasıl Yok Edildi: Vurun Osmanlıya
1931 doğumlu,Selanik’ten muhacir Üsküplü Kolağası Osman Sancakdar Efendi ve Hâfıza Fahriyye Hanım’ın oğlu Osman Öndeş’in, TİMAŞ yayınları arasında bir eseri yayınlandı, Ülke televizyonunda canlı yayında konuşturuldu.
Tabûların yıkıldığı, perdelerin aralandığı, tozlu ve çürümüş raflardan bilgi/belgelerin aşağıya indirilmeye başlayan yürekli yazar ve hatiplerin çoğaldığı bir zaman diliminde, Osman Öndeş’in BİR MEDENİYET NASIL YOK EDİLDİ:VURUN OSMANLIYA isimli eseri,tarihini inkâr etmek isteyenlerin Osmanlı Devrinden kalmış eserlere yaptıkları zulümleri anlatmaktadır.
1891 (1307)’de Rize’nin Camiönü Mahallesi’nde doğans Ekrem Rize, TBMM’nin II. dönem seçimlerine katılmış, 17 Temmuz 1923’te yapılan seçimde 424 oy alarak Rize’den milletvekili seçil¬miştir. 12 Ağustos’ta mazbatası onaylanmış ve 13 Ağustos 1923’te Meclis’e katılmış dengesiz bir adamdır. Sadece bir şortla gezer, Mecliste durmadan önerge verir, konuşmalar yapar,kanun tekliflerinde bulunur.
Önemli bir kanun teklifi için verdiği önerge şöyledir:
“Hükümet-i mutlaka devrine ait tuğralar ve halkını tutsak eden hükümdarların methedilmelerini havi levhalar bulunmaktadır. Ekserisi en hasis bir çıkar amacıyla yazılmış ve
kazdırılmış olan bu levha ve tuğraların bu haliyle bırakılması ve mesela Cumhuriyet fikriyle beslenen bir okulun kapısının üzerinde bir padişahın armasının ve methiyesinin bulunması kadar garip bir manzaraya, Cumhuriyetle idare olunan başka ülkelerin hemen hiçbirisinde tesadüf edilemez. Yetişecek neslin fikirlerinde istibdadın en ufak bir eserini bile bırakmamak azminde bulunduğumuza nazaran bu gibi methiyelerin hâlâ mebânî-i resmiye ve Millîyede kalması kabul edilemez.” TBMM II. Dönem Rize Mebusu - Ekrem Rize
Meczûb bu adamın önergesi destek görür ve 1057 sayılı kanun çıkarılır.İşte beş maddelik kanun:
TÜRKİYE CUMHURİYETİ DAHİLİNDE BULUNAN BİLUMUM
MEBÂNİÎ RESMİYE VE MİLLÎYE ÜZERİNDEKİ TÛĞRA VE
METHİYELERİN KALDIRILMASI HAKKINDA KANUN
Kanun Numarası : 1057
Kabul Tarihi : 28/5/1927
Yayımlandığı R. Gazete : Tarih : 15/6/1927 Sayı : 608
Yayımlandığı Düstur: Tertip : 3 Cilt : 8 Sayfa : 664
Madde 1 – İçinde Devlete mütehattim bir vazife icra, yahut Hükümetin veya belediyelerin efrat ile zaruri ve kanuni olan münasebetlerini temine tahsis edilen binalarla alelumum mektep binalarında vaktiyle Osmanlı saltanatını temsil için konulmuş olan, yahut vaziyetlerine göre halen temsile delalet eden tuğra veya armalar ve bunlarla beraber olarak sultanların mediherini ihtiva eden kitabeler hakkında ikinci madde hükmü tatbik olunur. Bu kabil tuğra ve arma ve kitabe bulunan hususi binalar, bunlar kaldırılmadıkça veya örtülmedikçe yukarda zikrolunan faaliyetler ve münasebetlere tahsis olunamaz.
Madde 2 – Birinci maddedeki kayiterin şümulü dahilinde olan tuğra ve arma ve kitabeler Devlet veya belediye malı olan binalarda bulunduğu halde kaldırılarak müzelere konulur.
Yerlerinden kaldırılmalarıyla gerek kendilerinin, gerek bulundukları binaların, bedii veya tarihi kıymetlerine halel gelecek olanlar, eserin ve bulunduğu mahalin bedii kıymetini nakisedar etmemek üzere münasip vesait ile örtülür.
Madde 3 – Alakadar Vekaletlerin müracaatı üzerine Devlet binalarından hangi eserlerin kaldırılması veya örtülmesi lazım geldiğini tayin ve örtülmesi lazım ise şekil ve suretlerini tespit ile karar vermek Maarif Vekaletine aittir.
Madde 4 – Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.
Madde 5 – Bu kanunun icrasına İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
Tarihin utanarak kaydettiği bir zulüm örneği bu gibi nice kanunlar gördü bu millet.v İbret alınsaydı tekerrür etmesi mümkün olamayan tarih neler gördü,neler yazmadı ki?
11 milyon kilometrekareye hükmeden, 24 milyon kilometre karelik bir coğrafyaya giden, on beş asırlık bir imanın farziyatı ile 6 asırlık bir medeniyetin izlerini sürdüren, bugün hâla onun bıraktığı eserler ve altınlar üzerinde varlığını sürdüren, son kale, son karakol Türkiye Cumhuriyetinde laiklik, Atatürkçülük ve demokrasi adına ne cinayetler işlendi, ne herzeler yenilmedi ki?
Bursa Osmangazi türbesini ziyaret edenler, türbe girişinde bulunan tuğranın silindikten sonra, yeniden yapıldığını göreceklerdir.
Bu kanunla Devr-i Sabıkta, Milli Şef döneminde; İslam’a, Müslümanlara, dine ve Osmanlıya vurulmuş, bir medeniyetin izleri/eserleri silinmiştir.Ezanın 14 yıl Türkçe okunduğu, okuyanların cezalandırıldığı, matbuatta Allah İsm-i Celilinin yasaklandığı, yazanların hapislerde çürütüldüğü, sürgün edildiği bir devir gerilerde kalmıştır, hesabı sorulmaktadır.
Bu kanun hâla yürürlükte midir, bilinmez.
KALDIRILMASINI TEKLİF EDERİZ.
TUĞRALARI DEĞİL TARİHİ KAZIDIK isimli araştırmasında MURAT UÇAR, aynı yarayı neşterlemekte, damardan girmektedir. Bu önemli yazısını aynen buraya almak istiyorum:
“Bir süre önce Ecyad Kalesi'nin yıkılması üzerine resmi ve sivil kesimlerden yükselen tepkiler, tarihe mal olmuş yadigârları sahiplenmemiz konusunda olumlu işaretler veriyor. Ancak bu sahiplenmeyi kendi sınırlarımız içinde ne kadar gerçekleştirdik? Osmanlıdan kalan tuğra ve kitabeler bu konuda ilginç bir örnek.
Altı asır boyunca ayakta kalan Osmanlı Devleti, tarih sahnesinden çekilirken, geride üç kıtaya yayılmış oldukça geniş bir kültürel miras bıraktı. Ancak bulundukları bölgenin kültürüne ayrı bir değer katan bu eserler, Osmanlı yıkıldıktan sonra sahipsiz kaldı. Türkiye sınırları dışındaki Osmanlı kültürel mirası, bakımsızlık ya da Türk—İslam düşmanlığı nedeniyle yıkılırken, sınırlarımız içindeki eserlerin de iyi durumda olduğunu söylemek mümkün değil.
Kısa bir süre önce Suudi Arabistan yönetiminin Mekke'deki Ecyad Kalesi'ni yıkması, diğer ülkelerin Osmanlı eserlerine bakış açısını ortaya koymuştu. Oldukça geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı kültürel mirası Balkanlar'da da korunamadı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin (SSCB) etkisindeki Balkan ülkeleri, komünizm süresince Türk—İslam eserlerine hoşgörüyle bakmadılar. SSCB'nin yıkılmasından sonra ise bu bölgedeki Osmanlı camilerinin bazıları 'orijinal halleri kiliseydi' gerekçesiyle kiliseye çevrildi.
Osmanlı'nın doğal mirasçısı Türkiye, kendi sınırları dışındaki eserlere cılız bir sesle dahi olsa sahip çıkmaya çalışırken, acaba sınırlarımız içindeki eserlere yeterince sahip çıkabildik mi? Bu soruya olumlu cevap vermek ne yazık ki mümkün değil. Bizden önce gelenlerin hatırasını taşıyan Türkiye'de geçmişe karşı takındığımız bu olumsuz tavırla ilgili ilginç bir de örnek var. 1927 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen, Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Mebani—i Resmiye—i Milliye Üzerinde Tuğra ve Methiyelerin Kaldırılması'na dair 1057 nolu kanuna göre, tarihi binaların üzerindeki Osmanlı tuğralarının (arma) ve kitabelerinin sökülmesi ya da gizlenmesi kararlaştırıldı.
Halen yürürlükte olan kanun aslında resmi daireler üzerine yeni kurulan cumhuriyetin mührünün vurulmasını amaçlıyordu ve eski dönemden kalan kitabe ve tuğraların sanat değeri olanlarının müzeye kaldırılmalarını ya da zarar verilmeden üzerinin örtülmesini istiyordu. Kanun bu haliyle kendi içinde tutarlı görülebilir. Ancak uygulamada pek de öyle olmadı; her biri usta hattatların elinden çıkma, kıymetlerini maddi ölçülerle tespit etmek mümkün olmayan sayısız tuğra ve kitabe taş ustalarının çekiç ve keskilerine teslim edildi.
Rakım'ın nice tuğrası, Yesarizade'nin nice talik kitabesi kazınarak ortadan kaldırıldı.Kanun uyarınca kültür varlığı ve tarihin yadigârı olarak müzeye kaldırılması gereken sanat eserleri tarihten silindi. Eski binaların, çeşmelerin üzerinde sıklıkla rastladığımız kazınmış kitabe ve tuğra zeminleri, hep o dönemden kalma. Bu şekilde ortadan kaldırılan tuğraların en meşhurlarından birisi İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt'ta bulunan ünlü kapısının üzerindeki Osmanlı tuğrası. Şevki Bey'in bir şaheseri olan fetih ayetlerini ve 'Dâire—i Umur—ı Askeriye' yazısını tamamlayan bu tuğranın nerede olduğu bilinmiyor. Şimdi yerinde sonradan monte edilmiş T.C. yazısı bulunuyor.
Bu uygulamanın kurbanlarından biri de İstanbul—Taksim'deki Galatasaray Lisesi'nin kapısında bulunan muhteşem Osmanlı tuğrası. Yerinden sökülen orijinal tuğranın nerede ya da kimin koleksiyonunda olduğu bilinmiyor. Paha biçilmez bu tuğranın yerinde şimdi, rahmetli Ziyad Ebuzziya'nın girişimleriyle yapılan taklit bir tuğra bulunuyor.
Türkiye'nin sayılı hat ve sanat tarihi uzmanlarından Uğur Derman'a göre kaybolan simgelerin en önemlisi, Sultan Reşat tarafından Eyüp Sultan Semti'nde yaptırılan mektebin kapısındaki kitabe. Osmanlı Devletinin ünlü hattatlarından Hattat Vasfi tarafından yapılan kitabe, halen yürürlükte olan bu kanun bahane edilerek söküldü. Sökülen bu kitabenin de diğerleri gibi nerede olduğu bilinmiyor.
Uğur Derman hocaya göre, böyle bir uygulamanın benzerini başka bir ülkede bulmak güç.
"Dünyada bizden başka ülkelerde de yeni cumhuriyetler kurulmuş" diyen Derman, "Ama Ruslar, Dostoyeski'yi okumaktan vazgeçmemişler. Geçmişleriyle bağlarını bu kadar koparmamışlar" şeklinde konuşuyor.
Osmanlının hakimiyet mührü
Peki haklarında sökülmelerine dair kanun çıkarılan bu simgeler ne ifade ediyor? Tuğra,tarihi kaynaklarda; ferman, menşur ve benzeri belgelerle padişahların nişan ya da alâmetleri olarak kullanılan işaretlere verilen isim olarak açıklanıyor. Bir tür imza, damga hatta Avrupa'da yaygın olarak kullanılan 'arma' yı karşılıyor.
Doç. Dr. Said Öztürk'e göre tuğra her ne kadar Osmanlı kültürü ile bütünleşse de, bilindiğinin aksine ilk olarak Selçuklular döneminde kullanılmaya başlanmış. Yani Osmanlı icadı değil. Ancak, tuğranın sanatsal değer kazanması Osmanlı ile olmuş. Öztürk, hepsi birbirine benzese de her Osmanlı padişahının ayrı ayrı tuğralarının olduğunu belirtiyor. Fatih Sultan Mehmet döneminde az da olsa bir standarda giren tuğraya zaman içinde biraz ululuk, biraz da kutsallık vasfı kazandırılmış.
Batılı tarihçiler ise tuğranın doğuşunu, biraz da Osmanlı Devletini küçümseme aracı olarak kullanıyorlar. Bu tezi savunan tarihçilere göre, cahil ve okuma—yazma bilmeyen Osmanlı padişahı Sultan I. Murat, bir uluslararası anlaşmaya, avucunu mürekkebe batırıp 'pençesi'ni vurarak imza atmış. Tuğra da bundan alınan ilhamdan sonra doğmuş.
Osmanlı tarihi konusunda hazırladığı esere Türkiye'de oldukça rağbet edilen, 19. yüzyılın ilk yarısının ünlü oryantalistlerinden Hammer de çalışmasında bu yanlışı tekrarlamış.
Ancak bu teze önce 1890'larda Ahmet Midhat karşı çıkmış; sonra da Profesör Fuat Köprülü Sultan Orhan zamanında tuğranın kullanılmış olduğunu bundan yetmiş yıl önce belgeleyerek yalanlamış.
Şu an armamız yok
Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye'nin kendi armasını yapmak için girişimler olmuş. Ancak bir türlü hayata geçirilemeyen bu proje kapsamında, 1927 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir yarışma açılmış. Bir çok eserin katıldığı yarışmada Namık İsmail'in arması birincilik almış. Diğer tüm armalar gibi kalkan içerisinde bulunan armanın zemini kırmızıymış. Merkezinde Türk Bayrağını temsil eden ay yıldızın bulunduğu armanın alt kısmında Oğuz menkıbesini simgeleyen bir kurt resmi bulunuyormuş. Kurdun ayaklarının altında ise eski bir Türk silahı 'harbe' bulunuyormuş. Kalkanın altında bulunan İstiklal Madalyası ise harbi ve bunun neticesini muhafaza etmeyi simgeliyormuş. Başak ve meşe yapraklarıyla sarılı armanın ortasında ise Türkiye Cumhuriyeti'ni simgeleyen T.C harfleri varmış. Ancak Mustafa Kemal Atatürk'ün de çok istediği bu arma bir türlü resmi şekle
sokulamadı.
AKSİYON 26 Ocak 2002 / Sayı: 373 muratucar@mynet.com
BU KANUN ARTIK KALDIRILSIN-İBRAHİM ALTAY 09.09.2012
Araştırmacı yazar Osman Öndeş'in Vurun Osmanlı'ya isimli kitabı yeni bir tartışma başlatıyor. 1927 yılında çıkarılan bir kanuna dayanarak resmi binalardaki Osmanlı tuğra ve kitabelerinin kazındığını, kırıldığını ve çalındığını anlatan Öndeş, 1057 sayılı bu kanunun neden halen yürürlükte olduğunu sorguluyor
Araştırmacı yazar Osman Öndeş, Vurun Osmanlı'ya isimli son kitabında unutulan bir konuyu gündeme getirdi. Pek çok insan bilmez; 1927 yılında, dönemin Rize milletvekili Ekrem Rize'nin kişisel çabasıyla 1057 sayılı bir kanun çıkarıldı. Tam adı: Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Bilumum Mebani-i Resmiye ve Milliye Üzerindeki Tuğra ve Medhiyelerin Kaldırılması. Bu kanuna dayanılarak onlarca tarihi binada bulunan Osmanlı tuğra ve kitabeleri kaldırıldı, silindi ya da kırıldı. Bu yazıların tarihi eser niteliğine bakılmaksızın kıyım yapıldı. Öndeş kitabında, tuğra, medhiye ve kitabelerin kazındığı binaların bir listesini veriyor, bunların hikayelerini anlatıyor. Söz ettiği binalar arasında İstanbul Valiliği, İstanbul Üniversitesi, Sirkeci Tren Garı, Darülaceze, Çırağan Sarayı gibi çok bilinen yerler var. Bunlardan bazıları kırılıp bir kenara atılmış, hatta bazıları çalınmış. İşin ilginç yanı şu ki bu kanun halen yürürlükte. Birkaç kez gündeme geldiyse de şimdiye dek kaldırılmadı. Osman Öndeş 'hafıza kaybına yol açtığını' düşündüğü bu uygulamayı bir utanç vesilesi olarak görüyor ve yetkilileri uyarıyor: "1057 sayılı kanun halen geçerli olduğundan birçok resmi makam bu kanuna karşı suç işlemektedir. Bu son derece trajikomik bir durumdur. Birkaç örnek vermek gerekirse Gümüşsuyu Asker Hastanesi, Milli Savunma Bakanlığı İstanbul Asker Alma Daire Başkanlığı gibi birçok binada bu tuğra ve kitabeler halen ve son derece iyi muhafaza edilmektedir. Buraları kullanan kurumlar 1057 sayılı kanunu ihlal etmektedir. Ya bu kanun kaldırılmalıdır ya da söz konusu kitabeler."
EKREM RİZE'NİN ATATÜRK'LE TANIŞMASI
Bu sözde 'devrimci' kanun teklifini hazırlayan kişi Rize mebusu Ekrem Rize'ydi. Onu sonraki sütunda tanıtacağız ama işe Atatürk'le tanışmasını anlatarak başlayalım. Ekrem Rize, 1. Meclis'in dağıldığını ve kurulacak yeni meclisin Cumhuriyet ilan edeceğini düşünmektedir. Savaş durumunda kendini 'başkomutan' olmak üzere ayarlamıştır ama artık savaş bittiğine göre politikaya atılmaya karar verir. Bunun için Atatürk'le tanışmanın yollarını arar. Bu fırsat nihayet bir tüfek vasıtasıyla çıkar. Rize'li bir usta mavzere benzeyen bir tüfek yapmayı başarmıştır. Rize Müdafa-i Hukuk Cemiyeti bu tüfeği Atatürk'e hediye etmeye karar verir. Hediyenin Ankara'ya götürülmesi işini Ekrem Rize üstlenir. Rize bu olayı sanki başka birinden söz ediyormuş gibi kaleme aldığı 'Ekrem Rize'nin Atatürk'le Mahrem Bir Görüşmesi' başlıklı yazısında anlatır. 15 gün arayla iki kez gerçekleşen bu görüşmelerin ikincisinde Atatürk, Rize'ye 'Sen de hep elinde cüzdanla (dosya) dolaşıyorsun' diye takılır. Sözü edilen dosyalarda Rize'nin askerlik ve çeşitli savaşlar hakkında yazdığı makaleler vardır. Atatürk'e bunları adeta zorla okutur. Alman Genelkurmayı'nın kendisi hakkındaki övgü yazısını gösterir. Gerçi, Atatürk, Rize'nin kendisinin Arnavutluk isyanının bastırılmasında oynadığı mühim rolü bilmemesine biraz bozulur.
KENDİMİ NAPOLYON GÖRÜYORDUM
Nihayet konuya gelirler. Rize eski okul arkadaşlarının kendisinden yeteneksiz oldukları ve kendisini kıskandıkları için, terfisini engellediklerini iddia eder. Bunun üzerine Atatürk şunları söyler: "Benim hayatım da tıpkı senin gibi geçti. Ben de tıpkı senin gibi idim. Kurmay Mektebi'nde muallimler beni sevmez, arkadaşlarım beni hiç sevmezlerdi. Muallimler notlarımı kırardı. Beni kurmay yapmamaya karar vermişlerdi. Mektepten kovuyorlardı. Fakat nasılsa yakayı kurtardık. Sonra bir müddet zindanda yattık, sonra Selanik'e geldik.Neticede üstlerim daima benden şikayetçiydiler ve beni sevmezlerdi. Staj için bir tabura gittim, vay canına! Orada da öyle! Bütün tabur subayları 'Bu ukala kimdir? Nedir?' diyorlardı. Bende ne var ki kimse beni sevmiyor diyordum. Çünkü kendimi Napolyon görüyordum. Napolyon hiç!" Bu görüşmede Rize, politikaya atılma isteğinden dem vurur ve bu talebi Atatürk tarafından kabul görür. Gerçi, Rize'nin milletvekilliği ancak bir dönem sürecektir. Tekrar aday yapılmaması Rize'yi öfkelendir ve hayatının sonraki dönemlerinde 'şef'lere husumet besler.
CUMHURİYET TARİHİNİN İLGİNÇ KARAKTERLERİNDEN BİRİ: EKREM RİZE
Osman Öndeş'in Vurun Osmanlı'ya kitabının önemli özelliklerinden biri de Ekrem Rize gibi unutulan bir kişiliği hatırlatması. Rize tuğraların kaldırılmasını savunan ve bu konudaki kanun teklifini veren kişidir. 1891 yılında Rize'de doğar. 1909'da Harb Okulu'ndan mezun olur. Bir süre yedek subay öğretmenliği yapar.Askeri dergilerde makaleleri yayımlanır. Balkan Savaşı'na, Kanal Harekatı'na ve İnegöl, Dumlupınar ve Kütahya savaşlarına katılır. İstiklal Madalyası alır. Atatürk'le tanışır ve 1923 yılında Rize'den milletvekili olur. Vekilliği bir dönem sürer ve emekli olur. 27 Kasım 1982'de İstanbul Kısıklı'da ölür ve Çamlıca
mezarlığına gömülür. Ekrem Rize'nin bazı özellikleri şunlar: - Çeşitli gazetelerde çok sayıda makale yazmıştır. Bunun yanı sıra otobiyografik nitelikler de taşıyan kitaplar yazmıştır. Şurası var ki kitaplarında kendisinden üçüncü tekil şahıs gibi söz etmiştir. Kitaplarda sıkça, 'Bunun üzerine Ekrem Rize şöyle dedi', 'Ekrem Rize hükümette olsaydı şöyle yapardı,' gibi ibareler bulunmaktadır. - Sağlığına dikkat etmek amacıyla yazkış, kar-çamur-yağmur demeden plaj kıyafetleriyle, sadece mayo giymiş olarak her gün Şişli'den Kağıthane'ye kadar koşarak gidip gelirdi. Boks yapmaya ve barfiks çekmeye meraklıydı. - Osmanlı Hanedanı'nın Türklüğü yok ettiğini savunurdu. Yazılarında padişahlar hakkında, "Padişahlara tam Türk de denemezdi. Ekserisinin annesi ya Rum ya Rus ya da başka millettendi. Bunların kimisi sarayda her gün bakire bir kıza saldırmakla uğraşırdı. Esirciler saraya kız yetiştiremiyorlardı," gibi nefret dolu ifadeler kullanmıştır. - 1970'de Necmettin Erbakan tarafından kurulan Milli Nizam Partisi'nin esas kurucusunun Sultan 2. Abdülhamit olduğunu ve amacının onun rejimini geri getirmek olduğunu iddia etmişti.
ANAFARTALAR ZAFERİNİ ATATÜRK KAZANMADI
Ekrem Rize, 10 Ağustos 1949 tarihli Yeni Sabah gazetesinde '1. Dünya Harbi'nde Anafartalar Muharebesi Nasıl Cereyan Etmişti?' başlıklı bir makale yayımlar. Bu uzun makalede özetle Atatürk'ün Anafartalar kahramanı olarak anılmasının yanlış olduğunu anlatır. Rize'nin anlattığına göre olay şöyle cereyan etmiştir: Düşman askerleri Anafartalar'a çıkarma yapınca Limon Von Sanders bu çıkartmayı püskürtmek için bir plan hazırlar ve Albay Ahmed Feyzi Bey'den bu planı uygulamasını ister. Bölgeye intikal eden Ahmet Feyzi Bey, Sanders'in askerin karaya çıktığı yeri ve konumunu yanlış değerlendirdiğini fark eder. Harekat planını ve katılacak birlikleri değiştirir. Sanders buna itiraz etmese de harekatın hemen o gece yapılmasını ister. Feyzi Bey, askerin yorgunluğu ve bölgeye yerleşememesi gibi nedenlerle bu emri de dinlemez ve hücumu ertesi gün şafak vaktine erteler. Aksi takdirde saldırı Osmanlı ordusu için bir felaket olacaktır. Sanders bu duruma çok sinirlenir. Hemen Ahmet Feyzi Bey'i görevden alarak yerine Mustafa Kemal'i atar. Mustafa Kemal karargaha ancak gece 02.00'de gelebilir.
Limon von Sanders de harekata bizzat kumanda etmek için olay yerine gider. Ama bu ikisi Ahmet Feyzi Bey'in hazırladığı planı bir kelimesini bile değiştirmeden uygularlar. Ahmet Feyzi Bey düşmanın esas darbeyi kendi bölgesinden vuracağının bilincindedir ve savunma planını ona göre yapmıştır. Nitekim Ahmet Feyzi Bey'in tümeni daha ilk hamlede düşmanı siperlerinden söküp atar. İngiliz generali Ian Hamilton hatıratında bu taarruz karşısında nasıl şaşırdıklarını ve gemiden hücumu seyrederken nasıl bunaldığını anlatır.
Özetle Ekrem Rize, Osman Öndeş'in kitaba aldığı bu yazısında Anafartalar Zaferi'nin esas mimarının Atatürk ya da Limon von Sanders değil, Albay Ahmet Feyzi Bey olduğunu iddia eder. Nitekim Askeri Tarih Encümeni'nin raporu, General Cemil Conk'un yazısı hatta Atatürk'ün bazı ifadeleri bu durumu teyit etmektedir.”
(Bunların hepsini kitapta bulmak mümkün.-TİMAŞ YAYINLARI, AĞUSTOS 2012-İSTANBUL