Bir ‘Silah’ Olarak Gıda (I)
Gıda, yaşamın vazgeçilemez unsurlarından biri. Obaman’ın beyin takımından olan özelliklede eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin. Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!” cümlesiyle özetlediği 1974 tarihli raporu ABD için yeni yol haritası niteliğinde.
Dünya üzerinde tam egemenliğin enerji ve gıdadan geçtiğini ilk gören ülke, ABD olmuştur. Tüm stratejilerini bunun üzerine kurgulayan ABD, gücünü ve hâkimiyetini de buna borçlu.
George Kenan 1948’de bu durumu “Biz dünya nüfusunun yüzde 6,3’ünü oluşturuyoruz fakat zenginliğin yarısına sahibiz. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi çıkarlarımızdan fedakârlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok” cümlesiyle özetler.
ABD’nin enerji kaynaklarına hâkimiyeti konusunda yaptığı çalışmalar ve savaşlardan herkes haberdar. Bu konuda sayısız eser yayınlandı. Ancak gıda alanında aynı bilgi ve bilincin olduğundan söz etmek zor. Hâlbuki gıda, ABD için enerjiden daha stratejik. Özellikle petrolle ilgili yapılacaklar kısmen ve ya tamamen ele geçirmek, gerektiği kadar pahalı satmak ve sınırlamaktan ibaret. Vazgeçilemez gibi gözükse de tüm insanlık petrolden vazgeçebilir, yokluğuna alışmak zor gelse de tahammül edebilir hatta alternatifler geliştirebilir. Ancak gıda için aynı durum geçerli değil. Başta insan olmak üzere tüm canlıların vazgeçemeyeceği hava, su ve gıda yaşamsal öneme sahiptir.
Bu nedenle artık savaşları egemenlik ve enerji savaşları olarak görmemek, gerçeği görmemek olur. 20. yüzyılda başlayan ve 21. yüzyılda şiddetlenen gıda savaşlarını anlamaya çalışmak gerekiyor. Çünkü uluslara egemen olmanın yolu petrolden geçse de, artık uluslara egemen olmak da yetmiyor. Çünkü her biri bir ulusa bedel olabilecek hatta çok daha fazlası güçte insanlar ve şirketler var.
Ateşli silahlarla yapılan savaşların etkileri de bir noktada bitmekte hatta savaş milletleri kamçılayıp güçlendirebilmekte. Buna karşın gıda savaşlarının etkisi, silahlı savaşlardan çok daha etkin hale geldi. Özellikle gıda savaşlarının en önemli adımı; tohumların kısırlaştırılarak insanların elinden alınmasıdır ki; bunun için modern köleleştirme demekte hiçbir sakınca olmasa gerek.
Özellikle Rockefeller’in 1900’lerin başına kadar uzanan gıda üzerinden yürüttüğü savaş; 1950’lerde “yeşil devrim” adlı bağımlılık modeliyle yeni bir boyut kazanır. ABD’nin Vietnam savaşıyla sarsılan hegemonyasının yeniden sağlamasında gıda en büyük araç olur. Bunun içinde devrede yine Rockefeller vardır. Rockefeller’in hamiliğiyle Zbigniew Brzezinski, Samuel Huntington ve Henry Kissenger’in geliştirdiği model, ABD’nin küresel imparatorluğunu güçlendirmekte.
William Enghal’ın “mahşerin dört atlısı” olarak adlandırdığı, Monsanto, DuPont (Pionerr), Dow AgroSciences ve Syngenta şirketleri; tohum, zirai ilaç, gübre, hormon, yem, hayvansal ilaç, gıda katkı maddeleri, temel gıda üretimi, insani ilaç, finans, petrol, tarım makineleri, tıp endüstrisi gibi birçok alanda faaliyet göstermekteler. Dünya tarımı büyük oranda bu firmaların kontrol altına girmiş durumda. Bu durumsa bütünüyle dünya çapında bir bağımlılığın habercisi!
ABD’yi dolayısıyla dünyayı yönetip, yönlendiren bu firmalar; ilk insandan bugüne, hayatımızın devamlılığını sağlayan temel unsurun gıda olduğunu çok iyi bilmekte ve bütün stratejilerini bunun üzerine bina etmekteler.
Küresel kapitalizmin yapmak istediği şey; insanlığın ihtiyaç duyduğu temel ihtiyaçları tekelinde tutarak, ulusları egemenliği altına almak. Bu hedefi hayata geçirmek yalnızca tohumların kısırlaştırılmasından ibaret bir durum da değil. En az yüzyıllık bir mazisi olan bu projenin çok boyutlu bir yapılanma olduğunu görmek gerekiyor. ABD’nin sembol giyecek, içecek ve yiyecekleri, toplumlara basın yayın araçları ile empoze edilerek model oluşturulmakta. Bu durum toplumları dönüştürmüş ve hiçbir şeyi sorgulamadan tüketen hazzın esiri, moda mankenleri haline getirmiştir.
Kimileri bütün bunları diğer insanlara uyguluyorlar peki, ‘neden ABD vatandaşlarına da uyguluyorlar’ diyerek tepki gösteriyor. Bu tepkiyi ABD’nin derin yapılanmasını yeterince tanımadığımıza bağlamakta yarar var. Kendi ülkelerine kabul ettiremedikleri bir modeli başka ülkelere kabul ettirmeleri mümkün olabilir mi? Kuşkusuz en büyük potansiyel, kendi ülkelerinde yaşayanlar ve özellikle de Afro Amerikalılardır. Zaten proje uygulamaya bunlar üzerinde başlatılır.