Bilgi Akışı (I)
HİÇ BU AÇIDAN BAKTINIZ MI?
Bilgi sınırsızken, bilgimiz sınırlıdır...
Evrende gerçekleşen nice fenomen var. Belirli bir düzen ve kurallar bütünü ile dengelenmiş bu evrende, onun birer parçası olarak yaşamımızı sürdürüyoruz. Onu anlamaya çalışıyor, hakkında bilgi ediniyor ve edindiğimiz doğrultuda da hayatımıza yön ve şekil veriyoruz. Veriyoruz vermesine ama bazen kafamız karışıyor ve sınırsız evrenin sınırlı, küçük bir parçası olduğumuzu unutarak, ona hükmetmeye çalışıyoruz. Yapmamız gereken uyum sağlamakken, hükümranlık kurmaya girişiyoruz. Oluyor mu? Hayır... Neden mi? Çünkü, hükmetmek için kullandığımız bilgi yeterli değil, sınırlıdır. Sınırsız olan sınırlı olanın emrine girer mi? Sonsuz olan ölümlüye teslim olur mu? Efendi hizmetkarlarına hizmet eder mi? Evren hakkındaki sınırlı bilgimizle onun bize hizmet etmesini nasıl bekleyebiliriz ki?
Evrenin bir parçasıysak ve onunla iç içe yaşıyorsak nasıl olur da onun hakkındaki bilgimiz kesintili ve yetersiz olabilir diye düşünebilirsiniz. Aslında bilgimizin sınırsız ve kusursuz olması gerekirdi. Ancak bedenimizin sınırlılığı buna izin vermiyor ve bilginin eksiksiz ve kusursuz olarak bize, yani ruha ulaşmasına engel oluyor. Bilgi, akıcı bir şekilde öze, ruha ulaşmaya çalışırken bazı filtrelere takılıyor ve bu filtrelerden süzülüp geçerken de kesintiye uğrayarak, sınırlı hale geliyor. Peki bu söz ettiğimiz filtreler nelerdir? Bugün sizlere bu unsurların, yani beş duyu organının, zihnin, şuurun, aklın ve egonun nasıl filtre görevi gördüklerini açıklamak istiyorum.
Beş duyu organımız bilginin ilk giriş kapısıdır. Biz gözlerimizi, kulaklarımızı, dilimizi, burnumuzu ve dokunma duyumuzu kullanmak suretiyle “dış”tan “iç”e bilgi sağlarız ve aktarırız. Fakat gözlerimiz ne kadar keskin ve net görür ki? Kulaklarımız ne derece duyabilir? Hangi kokular burnumuzdan süzülüp geçer ve algımıza takılır? Dilimiz kaç farklı tat almaya programlanmıştır? Dokunarak ne kadar hissedebiliriz? Bu sorular üzerinde biraz kafa yorduğumuzda beş duyumuzun sınırsız bilgi edinme konusunda eksik ve pek de yeterli olmadığını anlayabiliriz. Örneğin uzayı gözlemlemek istediğimizde bir teleskopa ihtiyaç duyarız. Virüs ve bakteri gibi mikroorganizmaları tespit edebilmek, varlıklarını görebilmek içinse mikroskop kullanmak zorunda kalırız. Birçok yardımcı cihaza ve gelişen teknolojiye rağmen tüm evreni görüp algılayabildik mi? Virüs ya da bakterilerden daha küçük canlı varlıkları görebildik mi? Ya da karşımızdaki duvarın arkasını? Karanlıkta kendi elimizi bile görmekten acizken, yaşantımızın önemli anlarında, gördüklerimizin, algıladıklarımızın doğru olduğuna inanır, başkalarını inandırmaya çalışır, gerçek olduğunu savunarak ısrar ederiz. Biraz tuhaf değil mi?
Ya kulaklarımıza ne demeli? Biliyoruz ki bu kulaklar sadece belirli bir frekans aralığındaki titreşimleri algılayabilir. O frekans aralığının dışında kalan sesler onun için hattaki parazitten öte değildir! Bu nedenle deprem olmak üzereyken ve neredeyse evimiz başımıza yıkılacakken bizler yatağımızda mışıl mışıl uyumaya devam ederiz. Halbuki hayvanlar felaketin yaklaştığını önceden hissederler. Örneğin köpekler, bizim bu hissizliğimize uluyarak karşı gelirler!
Dilimize gelince, dil sadece 6 tat algılayabilir - acı, tatlı, ekşi, tuzlu, buruk ve keskin. Bunun dışındaki hiçbir tadı algılayamaz. Koku için de aynı şey söz konusudur. Evrende bu duyu organımızla koklayamadığımız ne kadar çok rahiya var! Ya dokunma? Temas olmadan, dokunmadan, belirli bir mesafeden hissedebilir miyiz? Hayır, mutlaka dokunmalıyız, ancak tensel temas sonucunda dokunduğumuz nesne hakkında bilgi alabiliriz. Tıpkı fotoğraf makinesinin diyaframının gelen ışınların sadece bir kısmını içeriye alması gibi, beş duyu organımız da aynı şekilde, dışarıdan gelen bilginin bir kısmını kabul eder. Binbir zorlukla içeriye sızan eksilmiş, indirgenmiş bilgi yumağı ise ikinci filtre olan zihinle karşılaşır. Zihnin marifetlerini ise bir sonraki yazımızda tartışacağız.
Bilgi ve bilgelik dolu bir hafta dileklerimle...