Beyoğlu Beyoğlu Dedikleri
Kaktüsler genelde begonya, papatya ve lale gibi çiçeklere göre daha az tercih edilirler Neden? Hayatın sarplı yolları gibi dikenli olduklarından… İşte bahçemizdeki kaktüsümüz de hiç olmadığı kadar çiçek açtı. Hem de yedi tane!… “Gülün ömrü az olur, ben sana gülüm demem” sözünde olduğu gibi kaktüsümüzün çiçekleri de birkaç gün sonra Somali’de sönen bedenler gibi yok olup gidecek…
Afrika’da açlıktan ölen insanlar için çıkarma yaptık. Politikacı, iş adamı, sanatçı demeden… Bir saniye sanatçı dedimse Nihat Doğan neci? Devlet sanatçısı filan mı? Ödülleri var mıydı? Pardon özür dilerim Survivor’da yarışmış ve adaya giderken de ülkesini bizlere emanet etmişti! Ya geyik muhabbetleri gırla giden bu adamı oraya neden götürdüler anlamadım! Evet, insanlara yardım etmek, onları anlayabilmek çok güzel bir duygu… Ancak bu yara Afrika’da kuraklıktan ölenler için hiç de yabancı değil… Yazgıları yüzyıllardır devam etmekte… Eline İncil verilerek sömürge ülkelerince değerli madenleri boşaltılıp sonra da onları iç savaş ve açlığa mahkûm ettirilmiştir. Trilyon dolarlarca askeri harcama yapıp, çıkar uğruna birbirini öldürenler, kapitalizmin çarkı içinde sermayesini şişirenlerin atıkları, israf etmeyi bilmeden çöpe atılan yiyeceklerin, marka çılgınlığı ile şımaran ve obezite olan onların ebeveynlerinin duyarsız olmaları değil mi insanlığı çaresiz duruma düşüren!… Şimdi o aciz durumdaki insanların karşısına geçen şık giyimli insanların acıma duygulu bakışları ve yardım alan ellerin boynu büküklüğü beni kahretti. Ya sizi? Dünya’da hiçbir insan bu duruma düşmemeli, eğer insanlar dünyaya bir kere geldiyse, insanca yaşamalı ve mutlu olmalıdır. Eğer olamıyorsa, bunun suçu hepimizindir. Maddi hırslarımız, bilinçsiz tüketim ve doğanın dengesini bozarak çevreye olan duyarsızlığımızla belki de Afrika’ya yağacak yağmura engel olduk. Sırf arazi yaratalım diye çıkarttığımız orman yangınları Afrika’yı daha da kuraklaştırdı… Onun için bu ülkelere geçici yardımlar çözüm değil… Onlara balık vermek yerine balık tutmayı öğretmek insanlığın boynunun borcudur.
Sokaklar özgürlüktür…
Sokaklar çocukluğumuzun havası, suyu ve oksijendir. Dört duvar arasına sıkıştığımızda hemen balkon, bahçe ararız. Oda yetmediğinde kendimizi sokağa atıveririz. Köhne bir iskemlede olsa denize karşı gökyüzünün berraklığına bakarak içilen bir yudum çay veya herhangi bir şeyin keyfine diyecek olur mu?
Beyoğlu Beyoğlu dedikleri İstanbul’un ta kendisidir!… Eğlencedir bir kahvenin soluklanmasında… Belki de bir biranın soğuk yudumlarında kafa dağıtmadır. Dünya’nın birçok metropoliten şehirlerinde ülkesiyle simgeleşmiş caddeleri ve yaşamın farklılığı vardır. Neşe, canlılık, eğlence, alışveriş, sanat, bar ve restoranlar iç içedir… Buraları, beyni kuş olmayan, birbirlerini ötekileştirmeyen, irdelemeyen, eleştirmeyen, barışı özümseyen, yalnızca bulunduğu mekânın tadını çıkartarak stres yükünü yaptığı sohbetlerle azaltmaya çalışıp keyif alanların toplandığı yerlerdir. Beyoğlu; 16 yüzyılın yarısında tek tük bağ ve bahçeli bir yermiş. 1950’lerden sonra da yabancıların, tüccarların, bankerlerin kozmopolitik çevreye yerleşmek isteyenlerin yaşadıkları, üç tiyatrosu, sinemaları, lokantaları, pastaneleri, sanat galerileri ve lüks mağazalarıyla seçkin bir semtmiş daha sonra aldığı göçlerle ticaret merkezi konumuna dönüşmüş… Yani ötekileşmiş…
Şu günlerde mahalle baskısı ufak ufak kendini göstermeye başladı. Dünyanın farklı kültürlerinden gelen ve sanatlarını icra eden müzisyenlerde tedirgin… Gürültü kirliliği bahanesiyle müzik aletleri belediyece toplandı. Asmalımescit Cihangir ve Beyoğlu esnafı müşterisiyle birlikte diretiyor. “Ucube” diye nitelenen masa ve sandalyeler depolara taşınıyor. İnsanlara; ‘gidin dört duvar arasında zıkkımlanın’ deniyor…
Çözüm; Önce semt sakinlerine bir referandum yapmak. Olumlu çıkacak sonuca göre de burasını turistik sahil kasabalarında olduğu gibi araç trafiğine kapatarak içinde ressamların, müzisyenlerin, barların olduğu turistlerinde ilgisini çekebilecek farklı bir mekân oluşturup turizme katkı sağlamaktır.
Eski Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel’in oğlu Üstat Şair Can Yücel’in vasiyeti üzerine mezarına şarap döküldü diye mezarının paramparça edilmesi hiç de yakışık bir şey değil. İster Putperest, ister Ateist, Hıristiyan Müslüman veya hangi dinden olursa olsun, herkes kendi yaptıklarından sorumludur. Hiçbir ölü hangi dinden olursa olsun, mekânında rahatsız edilmemelidir. Zira İslam’da ‘ölüye saygı’ diye bir kavram vardır. Can Yücel; “ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir. Birbirini anlamayan” sözünü acaba mezarına saldıranlara mı söyledi dersiniz? Bir şiiri ile üstadı burada analım;
“Başka türlü bir şey benim istediğim,
Ne ağaca benzer, ne buluta benzer,
Burası gibi değil, gideceğim memleket,
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava;
Nerede gördüklerim, nerde o beklediğim kız,
Rengi başka, tadı başka…”
Ölüye saygısı olmayan zihniyetin, insanlığa faydası olur mu?
Kalın sağlıcakla…