content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

05 Nis

Beynimdeki… (Müge’nin Hikayesi-I)

Yorganı kafasına kadar geçirse de sokakta yürüyen atın nal sesi Müge’nin içini gıcıklatıyordu… “Ya sabır!” diyerek yatağının içinde iyice büzüştü… “ Çongara Fasulye!” diye atın kayışını tutarak bağıran yaşlı adamın tok sesi mahalleden uzaklaştığında Müge’nin keyfine diyecek yoktu. Sizlere Müge’den bahsedeyim. Kahramanımız çok sevdiği nişanlısından bir kapris uğruna, yirmi yaşlarında ayrıldı. Öyle uzun boylu da değil, bildiğiniz tam Türk boyunda bir kızdı…

Kız dediysem aklınıza okul çağındaki liseli kızlar gelmesin, yaşı geçkindi. Kırk üçünden yeni gün almıştı. Mahalleleri de Bursa’nın eskilerindendi. Dar sokaklarında iki araç zor geçer, çoğu zamanda araç aynalarının birbirine sürtmesinden şoförlerin ağız dalaşı eksik olmaz, bağırışları ise evlerinin içinde yankılanırdı.

Müge’nin oturduğu ev mahallenin köşe başında, gelip geçenin görüldüğü, genç delikanlıların akşamları elektrik direğinin altında toplanıp; oyun oynadıkları, şakalaştıkları, fıkralardan kahkahalarıyla mahalleyi inlettikleri, yani anlayacağınız curcunalı bir mahallenin başlangıcıydı. Oturdukları ev iki katlıydı. Kiremit rengine çalan renklerin arasına serpiştirilmiş beyaz renkli desenler hoş görünüyordu. Evin arka tarafı bahçeydi. Elma ağacından tutunda; kiraz ağacına kadar her türlü meyve mahalle çocuklarının gizlice dadandığı mekândı. Bir keresinde ağaçtan kirazları aceleyle koparan kilolu çocuk, Ömer amcanın sesini duyduğunda az kalsın Müge’nin üstüne düşüyordu ki bereket versin annesinin çağırması hayatını kurtarmıştı. Hele geceleri sarı ampul üzerinde uçuşan böceklere rağmen açık havada yenen yemeğin lezzetine doyum olmazdı…

Sohbetler sabaha kadar sürdüğünde, Müge işine çoğu kez uykusuz gittiği olurdu. İşten bahsettiğimde kahramanımızın nerede çalıştığını merak ettiniz değil mi? Söyleyeyim, Müge devletin memuruydu. İş yeri de evlerine çok yakındı. Ne otobüs ne de dolmuşa binerdi. Akşam işten çıksa, on dakika da evindeydi. Artık çalışma hayatının da son yıllarıydı. Onun sanırım fiziğini de merak ettiniz, hemen aktarayım; Kahverengi düz saçları küçük gözleriyle aynı renkte, yüzünde ise sivilce namına hiçbir şey yoktu. Yani pırıl pırıl bir cildi vardı. Nişanlısından ayrıldığından beri nedense makyaj yapmaya da pek sıcak bakmazdı. Yalnızca özel gün veya bayramlarda yeşil kalemi gözlerinin üstüne, uçuk kırmızı renkli dudak boyasını da dudak izlerini taşırmadan belli belirsiz sürerdi. Evet, kendisini azçok tanıdınız, şimdi sıra geldi ailesini tanımaya; Babası Ömer amca Bursa’nın yerlilerindendi. Zücaciye dükkânlarını kapatmadan önce kazandıklarıyla aldığı ve şimdiki oturdukları evin alt katın kirası ve emekli aylığıyla geçimini sağlıyordu. Müge’nin aldığı maaşta fena değildi. Babaları, mahallenin titiz ve temiz kalpli olduğu kadar, sinirli amcasıydı. Çoğu zaman gözü gibi baktığı meyve ağaçlarının etrafında arkasına sakladığı sopasıyla gezer, bahçelerine giren çocukları metrelerce kovaladığı olur, sonrada onları babalarına şikâyet ederek rahatlardı. En büyük zevki de büyük oğluyla pazar günü erkenden yirmi dakika süren denize arabalarıyla balığa gitmekti. Müge’nin erkek kardeşi Selim lise ikiye yeni geçmişti.

Ailesi ondan hep gurur duyduğu gibi geleceğinin de parlak olacağını düşünürdü. Aynı zamanda yakışıklıydı da. Komşularının kızları çoğu kez evlerinden çıkmazdı. Gelelim Annelerine; Artık yaşlılığın belirtileri saçlarından belliydi. Beyazlar gittikçe siyahları esir almış, gözleri eskisi gibi görmüyor ve yüzünde de kırışıkları son zamanlarda artmıştı. Komşularıyla yaptığı sohbetlerde gençliğinde çok çektiğinden yakınırdı. Sahi bu arada, arka odada kalan babaannelerini az kalsın unutuyordum. Tam Osmanlı kadınıydı. Artık çekilen vücudu kemikleri üzerinde kurumuştu. Göz çukurları derin olsa da duvara astığı kaytan bıyıklı bahriyeli kocası Rıza Efendiye bakmadan yapamazdı. Siyah beyaz resmini saatlerce sevdiği olurdu. Babaannenin büzüşen dudakları ise çenesinden içeriye göçmüştü. Bacakları dermansız ve küçük bir sopa gibiydi. Yürümeye mecali yok, hep yatağıyla barışıktı.

Kışın son karıda mart ayının ortasında yağmıştı. Her taraf bembeyazdı. Müge bugünün tatil olmasına çok sevindi. ”İş olsaydı, yokuştan nasıl inerdim?” diye düşündü. Tekrar yorganı kafasına çektiğinde şimdiye kadar işitmediği farklı bir sesle uyandı. Yorganı korkuyla itekleyip bacakları hizasına getirdiğinde çevresine baktı, kimseyi göremedi. Puslu havayı yaran güneş ışığının huzmelerine baktığında toz zerrecikleri havada uçuşuyordu. “Artık temizlik yapmanın zamanı geldi” diyerek, kafasını tekrar yorgana gömdüğünde, genç adamın çıkardığı “!…” sesine önce aldırış etmedi. “Rüya olsa gerek” diyerek kendisini teselli etti. Korkudan titreyen bacaklarını karnına çekip öylece büzüştü. Gözlerini de sımsıkı kapatıp sesin uykuda kaybolmasını uzun süre bekledi… Ses bir kere yaydan fırlamışçasına durmuyor, peşin sıra yankılanarak kulağını deliyordu. Ellerini yukarıya kaldırıp Allah’ına bildiği bütün duaları okudu. Olacak gibi değildi… Sese karşı koymak ve nereden geldiğini bulmak için yatağından fırlayıp sokağa bakan kalın desenli siyah perdeyi aralayıp dışarı baktığında, sokak boştu. Karşı evin balkon kenarında, kuşun yemek bulma mücadelesine acıdı. Perdeyi yavaşça bıraktığında ışıkta dışarıda kalmıştı. Tekrar soğumaya yüz tutan yatağına ürkekçe girip, “...!” diyen sesin nereden geldiğini bulmaya çalıştı. Peş peşe gelen küfürlerle sinirleri berbattı. Gözlerini tekrar yumarak sesten uzaklaşmak istedi. Beceremedi… Ses bir kere esir almıştı. Şaşkın ördek gibi tekrar yatağından korkuyla fırlayıp, ne yapacağını bilemeden kapıya yöneldi. Kafasının ucuyla aralığa baktı. Kimsecikler yoktu. Korkusu gittikçe artıyordu. “Küfür eden kim?” diye kafasını kaşıyarak uzun süre olduğu yerde düşündü. Ayakuçlarına basarak annesiyle babasının yatak odasına, ardından da kapının arkasına, daha sonra da köşede babaannesinin yattığı son odaya baktığında, herkes derin uykusundaydı. Unuttuğu kardeşinin odasını da kontrol ettikten sonra rahatladı. Bir ara sesin kesilmesine de çok sevindi. Odasına döndüğünde televizyonu açıp evlenme programının gece tekrarını izleyerek tekrar uykusuna daldı…

Geç saatte uyandığında “Duyduklarım rüya olsa gerek” diyerek serin mutfağa geçti. Masayı, mırıldandığı “Akşam oldu hüzünlendim ben yine…” şarkısı eşliğinde özenle hazırladı. Ayak sesleri evin diğer odalarından gelmeye başladığında sofrada yalnızca kardeşi eksikti. Odasına gittiğinde kardeşinin üstü açık, yorganı ise nerdeyse yerdeydi. Müge yerden topladığı yorganı kardeşinin üzerine örtüp, yanağına öpücük kondurduğunda, kardeşi de artık gözlerini güne bıraktı… Müge, kardeşinin de çayını koydu. Kendisinden uzakta duran peynire uzandığında adamın söylediği “...!” sözü kulaklarını tekrar tırmaladı. Sesi kardeşinin sesine benzetti. “Çok ayıp çok ayıp… Bir daha bu sözü duymayım” sözünü ortaya attığında son lokmasını yiyen kardeşi şaşırdı; “Abla sen ne söylediğinin farkında mısın?” dediğinde, hala şoktaydı. Ablası kardeşinin kulağına, beynindeki adamın söylediği sözcüğü tekrarladığında, kardeşi elindeki bardağı sertçe masaya bırakıp ablasına; “İyisin değil mi?” diyerek sofradan kalkıp odasına geçti…

Etiketler : ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank