Beş Yaşında Aşk
Pencereden sızan ikindi güneşi gökyüzünün kuyumcusu gibi parladığı vakitte, Hilal ıslak gözlerle sehpanın üstünde ki çerçeveye bakıyordu. Sarı ışıklar hüznünü teselli edercesine saçların okşuyordu.
Çerçeveyi eline aldı; “Sabutay, biliyor musun? Senin öldüğünü fotoğrafın bilmiyor. Bilse gülümser mi? Sakın sende söyleme olur mu? Yırtılır fotoğrafların karton kâğıtları. Belki de silinir gülüşlerin. İşte o zaman bir başka sensiz kalırım.” dedi.
İçinde ki efkâr, celladın eli gibi boğazını sıkıyordu. Çerçeveyi yerine koydu. Oturduğu yerden kalktı. Yavaş adımlarla yatak odasına doğru yürüdü. Göz pınarlarından süzülen damlalar yanaklarına özgürce iniyordu. Elbise dolabının kapısını açtı. Apoletli lacivert ceketi askıdan alarak naylon kılıfını çıkardı. Sarı düğmelerini tek tek kontrol etti, sonrada gözlerini kapatarak kokusunu derin derin içine çekti.
“Niye öyle bakıyorsun ufaklık? Söyle bakalım.”
“Ben büyüğünce seninle evleneceğim. Tamam mı?” diyen sözleri geldi aklına. Dudağının kenarında belli belirsiz bir gülümseme süzüldü.
Askıya takılı üniformayı seyretti. Kederi onu içindeki gam deryasına sürüklüyordu. Bir müddet sonra iç geçirerek yerine astı. Yavaş adımlarla yürüyerek pencerenin önünde ki koltuğa oturdu. Bakışları, güneşin giderken ardında bıraktığı ize daldı. Akşamları eşini beklediği yerde bir baharın daha gidişine tanıklık ediyordu. Hislerinin pençesindeyken, onunla geçirdiği, yaşamaya değer hayatını düşünüyordu.
Havası isli, toprağı kömür karası olan şehrin ara sokağındaki kaldırımda oynayan kız çocuğunu gördü. Zıpladıkça pileli eteği oyana buya savruluyordu. İçinden; “Ben sana, (R) harfini söyleyemediğim, yaşımı sorduklarında, elimdeki beş parmağımı açıp üç yaşındayım dediğim zamanlarda âşık olmuşum.” dedi
Gözlerini kapadı. Hayallerinde yine ona doğru koşmaya başladı.
Kollarından tutup yukarı kaldırdığında; “Sen daha çok küçüksün. Şimdiden bunları düşünme olur mu?” diyerek yere indirmişti. O nu, hayranlıkla izlerken; “Evlenme tamam mı?” diyerek bir güzel tembihlemişti. Sabutay’ da saçlarını karıştırarak; “Tamam tamam evlenmem ufaklık.” diyerek Hilal’ in gönlünü eylemişti.
Komşularının oğluydu Sabutay. Asker’i okulda okuyordu. Yakışıklı pilot adayı mahallenin kızlarının hayalini süsüyordu. Biraz övgüyle biraz kıskançlıkla; “Pilot olacakmış,” diye arkasından konuşur, sonrada kendilerini göstermek için her şey yaparlardı. O nun ise tek amacı bir an önce mezun olup, gökyüzünde kartal gibi süzülmekti.
Hilal ona; “Sabutay Ağabeyi” derdi. Kıskanırdı Sabutay Ağabeyini. Çocuk diye önemsemeyip yanında konuşacak olduklarında, genç kızlara etmediğini bırakmaz, bütün haylazlıkları yaparak hıncını alırdı.
Neyse ki Sabutay’ın Okulu uzak bir şehirdeydi. Ancak yazın gelebiliyordu. Acelesi varmış gibi yaz tatili de hemencecik bitiverirdi. Sonbaharın gelişi onun gitme zamanının habercisiydi. Üstelik her istediğinde de gelemiyordu. Hilal bu uzun ayrılıklarda onu hep tembihliyordu. “Sakın evlenme büyüğünce seninle ben evleneceğim.” O da; ”Tamam tamam.” Diyerek her defasında gönlünü alırdı. Aralarında onca yaş vardı. Sabutay onun dediklerini gülümseyerek karşılıyordu. Birisinin delikanlı, diğerinin çocuk olduğu yıllar düş gibi akıp gidiyordu.
Genç teğmen okulundan mezun olmuş, tayini Malatya’ya çıkmıştı. Sabutay, artık kartal gibi gökyüzünde süzülüyordu. Görev aşkıyla dolu olan yüreğine dur diyemiyordu. O göklerde süzülürken, Hilal’ in ona olan sevgisi de kendisiyle büyüyordu.
Geçip giden onca zamandan sonra onun geleceği günü heyecanla bekliyordu Hilal. “Acaba beni tanıyacak mı? Sevdiği var mı? Ya beni unuttuysa! Zaten o zamanlar küçüktüm diye beni hiç ciddiye almazdı. Yine öyle yaparsa.” diye içten içe vehimlere düşüyordu.
Çocukluğundan beri onun gelişini sokağın başında beklerdi. Yine öyle yaptı. Sabutay attığı her adımında biraz daha ona yaklaşıyordu. Sevgisiyle beraber büyüyüp, hasretiyle sabrı öğrense de heyecanlanıyordu. “Yer mi titriyor yoksa ben mi titriyorum? Yine saçlarımı karıştırarak ‘ufaklık’ der mi bana.” düşüncesi içindeydi. O sokaktan yokuş aşağı yürürken göz ucuyla yabancı birine bakar gibi bakıp geçmişti. Tanımamıştı. Nasıl tanıyabilirdi ki? Onun gelemediği senelerde on sekiz yaşına gelmiş, güzel bir kız olmuştu Hilal.
Ardından seyre dalan gözleri hissetmiş gibi yolun ortasında durdu. Döndü arkasına baktı. Sokağın başına doğru hızlı adımlarla yürüdü. Hilal’ in yüzüne baktı; “Burada ancak ufaklık beklerdi. Sen… Nasılsın Hilal?” diyerek başladı söze. O an heyecandan kalbi göğsünden kopup, yere düştü sandı. “İyiyim siz nasılsınız?” diyebildi kekeleyerek.
Yan yana yürürken fırsatı ganimet gören Hilal kısık sesle; “Arkadaşın var mı?” dedi. Sabutay muzip bir gülümseyişle; “Tabi ki var.” yanıtını alınca, gönlü dehlizler içinde kayboldu. Bir ağlama duygusu boğazına tıkandı. Adımları bin yıllık yoldan geliyormuş gibi yorgunlaştı bir anda. Sabutay durdu. Yüzünü Hilal’ e dönerek bir müddet seyrettikten sonra; “Hüzün seni nasıl güzelleştiriyor biliyor musun?” dedi. Ardından da bütün ciddiyetiyle; “Arkadaşımı neden sordun ufaklık?” dedi. Hilal de titreyen sesiyle; “Hiç sordum öylesine.” cevabını verdi.
Sabutay neredeyse izninin her günün Hilal ile geçiriyordu. O ufaklık gitmiş yerine güzel, zarif bir kız gelmişti. Aralarındaki yaş aralığına rağmen gönlü günden güne ona bağlanıyor, içi çağıl çağıl sevinçle coşuyordu.
Sayılı gün ne kadar uzun olabilir ki? Avuç içindeki su gibi damla damla akıp gidiyordu. Otobüs terminalindeki kalabalığın arasında bir birine veda edemeyen iki gönül vardı. Deniz mavisi gözlerini Hilal’ in yaş dolu gözlerine iliştirerek; “Dünkü ben bu günkü ben miyim bilmiyorum? Buraya yalnız gelmiştim şimdi senin sevginle gidiyorum. Hani hep sen derdin ya ‘Sakın evlenme, büyüyünce…’ şimdi de ben sana diyorum. Beni bekle Hilal.” dedi. Yüreği o an ayrılığın sızısıyla kederlendi.
Aradan geçen aylar nice hasret yüklü mektuplara sebep oldu. Sayfalar dolusu özlemler, sevgiler, hayaller iki şehir arasında gidip geldi. Bazen insan sevgili için kendini sever, bazen de kendi için sevgiliyi sever ya, Sabutay ile Hilal de onu yaşıyordu. Gâh vatanı gurbet, gâh gurbeti vatan saydılar.
Yaz bitmiş, güz bitmiş, kış bitmiş bütün güzelliğiyle bahar gelmişti. Rıhtımda denizin seyrine dalan Hilal içinden; “Esen yel nasılda koku yüklü.” dedi. Gözlerini kapatarak denizin türküsünü dinlemeye koyuldu. “Bir yerde oturalım mı?” sözünü duyunca irkildi. Yüreği onunla olduğu demlerin hayalini yaşarken, karanlık gecede parlayan kutup yıldızı gibi karşısına çıka gelmişti. “Sabutayyy” diyebildi ancak.
Karşılıklı oturdukları masada Sabutay, çayından bir yudum alarak bardağı tabağa koydu. “Birkaç günlüğüne geldim. Yarın seni istemeğe geleceğiz Hilal.”, dedi.
Ertesi günün heyecanıyla dolup taşıyordu ikisi de. “Artık bu hasret bitecek.” diyordu Hilal.
Kavuşacak olmanın coşkuyla doluyordu gönülleri. Hilal, annesinin karşı çıkacağını hiç akıl edememişti. Tanıdık, bildik olması her şeyi kolaylaştırır diye düşünmüştü. “Yaşı çok büyük katiyen olamaz.” diyerek kestirip atmıştı annesi. Dahası kovmaktan beter etmişti onları. Hayal kırıklığıyla sonuçlanan ziyaretin ardından, ikisi de kahredici duygulara bürünmüştü.
Morumtırak karanlığın huzmesi şehrin üstüne inmeye başladığında; “Benimle gelir misin Hilal?” dedi. Sabutay’ın yüzüne bakmadan; “Evet.” manasında başını salladı. El ele tutuşup gittiler.
***
Beraber geçirdikleri mutlu yıllarına çok şey sığdırmıştı. Arka arkaya dünyaya gelen evlatları ailesiyle arasındaki buzları eritmişti. Annesi Hilal’ in Saadetine tanık olunca onu affetmişti
Kendisinden kısa boylu olan Hilal’ a “Mavi gözlü bir devdi/ Minnacık bir kadını sevdi.” Şiirini kaç kez okuduğunu kendisi de bilmiyordu. O mavi gözlü, dev yürekliydi. Çocuklukken yüreğindeki aşkla büyüyen Hilal, ona her dem yeniden sevdalanmıştı.
O anla ilgili aklında öyle az şey vardı ki. Uzun süren öksürük nöbetleri Hilal’ in canını sıkmış, doktora gitmesi için zor ikna etmişti. Muayeneler ve yapılan tahliller sonucu onu hastaneye yatırdılar. Bir ay kadar süren mücadelenin kahırlı sonucu öğrenince dünyası karardı. Doktorlar; “Maalesef hastalığın son evreleri.” dediğinde Hilal’ in kahrı sanki âlemi kaplamıştı.
Ve hastane koridorundaki koşuşturma… Gözlerinde umut aradığı doktorun dediği tek kelimeyi duyabilmişti; “Üzgünüm… ”
Göz kapaklarını araladığında kirpikleri ıslak, ruhu yorgundu. Çerçevedeki fotoğrafa baktı baktı. Karşısında o varmış gibi; “Neden beni bırakıp gittin?” dedi yalnızlığıyla baş başa oturduğu evinde.
HAZİRAN.
2015 ANKARA