Berlin Günlükleri- Hısmım Ayı Albert
Kendimden bahseder gibi durmak ister gibi durmak vs istemek istemiyorum. Tuhaf özelliklerim var. Bunlara yetenek de denebilir mi bilmiyorum. Yok, aslında bu tür şeylere yetenek denmez. Yetenek: en az iki algı-duyu kanalına hitap etmeli ki yetenek olsun.
Şöyle bir özelliğim var: Diyelim ki bir düşünce düzlemine geçtim... Bu düzlemde bildiğim tüm örgüler çözülüyor. Kurallar, mantıklar, renkler... sonra tekrar bir araya geliyor... ve benzeri şeyler...
Geçen hafta sonu Söke'ye gittim. Mad Max sevdiğim bir seridir. Yeni öğrendim son filminin gösterime girdiğini. Mad Max Fury Road. Mavi çerçeveli bir gözlük verdiler. 3D gözlükle ilk defa film seyrettim. Gerçekçi etkiyi artırmak için bir icat bu tabii. Kamyonlar, arabalar filan havaya uçarken dağılan metal parçalar gerçekten üzerinize gelir gibi oluyor. Hiç birinde sağa sola kaymadım.
Film, Çılgın Max'in çift başlı bir keleri katır kutur yemesiyle başlıyor. Her ne ise; sonra bitiyor.
Filmden sonra bir kitap markete girip kitap bakındım. Niyetim bilgisayar kitaplarına şöyle bir göz atmaktı ama öykü raflarına kaydı gözüm. Buluğ çağına geçmek üzere olan 3-5 kız çocuğu aşk kitaplarını inceliyordu.(Bu buluğ kızlar neden hep çiklet kokar?) İçlerinden biri bol güllü aşklı bir kitabı alıp arkadaşıyla beraber kasaya yöneldi. Ben de böylece öykü-roman raflarına yanaşma fırsatı buldum. Hazlamak. Yeni nesil sorunu filan değil bu. Eskiler de böyle. Sorsan gül reçelini, nasıl yapılacağını bilmez, yaban gülünü bilmez. Her ne ise. Haşlamak ile hazlamak benzer, dedim içimden.
Sadece son kitabını okuduğum George Perec'i gördüm. Uyuyan Adam. Hesapsız bir şekilde aldım kitabı elime... Arka kapağını bile okumadım. Benimle ilgili bir şeyler anlatıyor oluşunu belirsiz bir şekilde hissettim...
Çıktım, geri geldim.
Özelliğim bu. Pek çok kitap alışımdan önce olmuştur bu: okumadan okumak. Sedir üzerinde yazılan bir roman. Bildiğin kuru sedir. Uzun öykü de denebilir belki. Sıkmaz bir kitap. Roman dendiğine de bakmamak gerek. Her bir bölümünü ayrı bir öykü gibi de okumak mümkün.
***
Berlin'in ilk yerleşimcileri-ilk kurucularıyla ilgili bir şeyler okuyordum bir zaman. Çok da detaylı bilgiye sahip değilim. Ayı Albert adlı bir adamdan bahsediyordu yazı. Berlin'in simgesi Ayı'dır. Bu ayının bu bizim Ayı Albert'ten geldiği söyleniyordu. Adem ejderhası bir adam.
Knut'un ölümü beni üzmüştü.
Didim, şehir olarak bakıldığında aslında temel kökleri olmayan bir yer. O yüzden akıllarda çok da yer eden bir simgesi yok. Medusa filan değil mesele. Onlar dünya tarihiyle ilgili şeyler. Zaten burada yaşayanların yüzde doksanı daha Apollon, vb. yerlere gitmemiş,oraları görmemiş kişiler. İnsanların kafasında köklerden biri olarak kabul edilmeyince simge benzeri bir şey de olmuyor.
Buranın simgesi/ heykeli/arması şöyle olmalı: Kaide üzerinde iki insan. Öndeki normal yürüyor. Arkadakinin elinde büyük bir kazık var; yüzü ise geriye dönük; temkin. Gerçeküstü.
Avrupa'da su önemli. Marketlerde küçük bir şişe suyun bile pahalı olduğunu görmüştüm. Prag'da kaldığım oteldeki tuvalet kağıtları suda çabuk çözünebilen kalitesiz kağıtlardı; ki bu çok önemli.
Berlin bataklık üzerine kurulmuş bir şehir. Tüm kabahat tarih boyunca denizlerin bir gelip bir gitmesi olabilir. Balçık, deniz ürünleri... Burada da var benzer durumlar. Toprak da şaşırmış tabii; toprak mı olsam, bataklık mı olsam? diye. Atatürk, sanırım oraya gittiğinde bu bataklıktan dünya medeniyeti çıkaran Albert'in torunlarını örnek almış olmalı. Olmayan Ankara'nın kupkuru bozkırına bir başkent kurmak başka nasıl gelir ki insanın aklına?
Kuzey Almanya. Köln daha güneyde kalıyor. Köln bile Temmuz-Ağustos aylarında yağmurluysa Berlin kim bilir nasıldır. Fakat hoşuma gitmişti bu hava kapalılığı. Sıcakta gezmek daha az zevk verirdi, sanıyorum.
O gezime Temmuz başlarında gitmiştim.
Şimdi ise Ağustos başında gitmeyi düşünüyorum. Memleket kavrulurken orada ferah ferah gezmek iyi olur diye düşünüyorum. Hem Sibirya ormanlarına da yakın. Bence bu Ayı Albert arkadaş da Sibirya'dan geldi. Bir yakınlık hissediyorum nedense. Bu yakınlık hissi... Benim dayı tarafı son derece iriyarı adamlardan oluşur. Ben kendime minyon diyorum onların yanında. Kalın adamlar.