Benim Makul Şüphe ye Maruz Kalma Vaziyetlerim
Biz toplum olarak hiçbir zaman durağan değildik, dingin olamamıştık aslında… Onun için de vatandaşlıktan ziyade herkesin dilinden hep bir “birlik-beraberlik, kardeşlik” nidaları yükselir. Hanedanın Türk olmasından dolayı Osmanlıyı salt Türk ve Müslüman,
Türk ve İslam tarihi gözüyle okumaya çalışır; bizde daha 100 senelik bir ömrü olan “milliyetçilik” üzerinden “Osmanlıcılık” yapmaya kalkışırız. Hâlbuki Osmanlı çok dilli çok dinli bir imparatorluğun hanedanı idi ve bu hanedan etrafında toplanmış imparatorluğun çeşitli dil ve dinlerinden devşirilmiş bir yönetici sınıftan ibaretti. Kalan çok dilli ve çok dinli reaya güruhu ise hanedanlığın kulları idi… Ve çağı içinde, hanedanlığın kulu olmak da pek yadırganmıyordu reaya tarafından…
Bir zamanlar dönemin İstanbul Cezayir Başkonsolosu ile bir vesileyle sohbet ederken Barbaros’tan söz ettiğimde, kinayeli bir bakışla, onun “korsan” olduğunu söyleyip küçümsediğinde çok şaşırmıştım, yukarıdaki satırların etkisiyle Osmanlı tarihini yanlış algıladığımdan.
Sonuçta Osmanlı hanedanlığı topraklarını kaybedip, kendisi de ortadan kalkınca, imparatorluğun Türk kulları olan bizlere de, Osmanlıdan çok önce yurt edindiğimiz Anadolu topraklarına tekrar dönmek veya sahiplenmek kalmıştı. Ama Anadolu ikliminden midir, suyundan mıdır, coğrafyasından, etrafımızı çeviren denizlerden midir hep delişmen olmuştur. Onun için heyecanlıyızdır insanları olarak, tez canlıyızdır, hırçınızdır, geçimsizizdir…
Haliyle tarihide böyledir, Anadolu’nun ve Anadolu insanının; öyle içi ve dış mihraklara bağlamaya gerek yok, çevremize, ailemize, kurumlarımıza bakmak yeterlidir. Bir birimize takılmadan, kinayeli konuşmadan, sudan şeyler için takışmadan edemeyiz… Her zamanda eşraf saatine denk gelmez bu takılmalarımız, kinayeli dokundurmalarımız, takışmalarımız; bir gürültü patırtı kopar, sonra duruluveririz birden bire bir şey olmamışçasına… Yeri gelir bir eşkıya için yakılan türküyle hüzünlenir, yeri gelir bir gelin için yakılan ağıtta kol açıp, cıppan çalar oynarız… Yeri gelir hayatla sinsice oynaşır, ölümle aşık atarız güpe gündüz…
Ciddiyetimiz ciddiyetsizliğimizden kolayına ayıklanmaz bilmeyenlerce… Tanımayanlarca kanunsuz, kuralsız zannedilir fıtratlarımız. Oysa yüreklerimizdeki fırtınalı denizlerin hırçınlığı, ulu dağların kibri, yüksek ovaların ayazı, kavruk güneşin sıcaklığı hep bu Anadolu coğrafyasının fıtratındandır… İnançlarımıza bu coğrafya yön verir, törelerimizi bu coğrafya belirler, geleneklerimiz bu coğrafya ile olgunlaşır. Bizde kader, doğum ve ölümden ibarettir; gayri kuralları aştığız dağlar, indiğimiz ovalar, çıktığız yaylalar, takalarımızı saldığımız dalgalar, ekip biçtiğimiz toprak koyar… Bu kurallarladır gün olup bir birimizle çelişmelerimiz, gün olup çekişmelerimiz… Yine de bu topraklarda olduğumuz sürece bir birimize yaslanır, bir birimizden güç alırız.
Ve bunların hepsi “makul şüphe” için acı çektirilmemiz için yeterlidir!...
……….
Yıl 1979 aylardan Kasım… Konya’da Nalçacı Caddesinin sonundaki otogarda İstanbul’a gidecek Özkaymak turizmin otobüsünü bekliyorum. Artık yaşantımın bundan sonrasının İstanbul’da geçeceğini, öğrenim için geçici geldiğim İstanbul’da kalıcı olacağımı hiç ummuyordum. Küçük bir valize sığan eşyalarımla heyecan içindeyim. İstanbul’u sadece İstanbul Siyasal’a kayıt için gittiğimde görmüştüm. Asker çocuğu olduğum için 3-4 senede bir çevre değiştirmiştim, yeni arkadaşlıklar kurmuş, olgunlaşan dostlukları bırakmak zorunda kalmıştım. Yine de yeni bir şehir, yeni arkadaşlıklar, yeni alışkanlıklar… Üstelik üniversiteler karışık, sokaklar belirsiz; kimlere güvenebileceğini bilemezsin…
Benim asıl heyecanım ise yeni şehir ve istediğim bir fakültede okumaktan ileri geliyor, yerimde duramıyorum… Bekleme salonu kalabalık, valizimi koyduğum yeri gözümden uzak tutmadan voltalıyorum. Samsun paketinden çıkardığım sigarı ha bire yakıyorum. Ülkede bir çok yerde sıkıyönetim veya olağanüstü hal durumu var… Etrafta jandarma gözcü, iç güvenlik polislerden soruluyor henüz… Polisler gergin asık suratlarıyla dolanıp duruyorlar… Ankara’nın ayazına karşılık aldığım, gençler arasında moda olan kapüşonlu haki parka var üzerimde… Polislerle göz göze gelmemeye çalışıyorum, bazen de yön değiştiriyorum. Üniversiteye başladım ama ufak tefek 55 kilo çeken, ayva tüylerine henüz jilet vurmaya başlamış, 18 yaşında ama tıfıl görünümlü biriyim… Beni zaten adam yerine koyacak polis pek olmamıştı… Ben evhamlanıyorum aslında, aslında beni de adam yerine koyun havalarındayım… Yine de temkinli olmak lazım, “makul şüphe” üzerine aldılar mı merkeze sile tokat “buralara bir daha düşme” babından dövmeden bırakmıyorlar duyduklarımıza göre… Ondan bundan değil, Konya İl Jandarma Alay Komutanlığında çalışan babamdan duyuyorum…
Ne yaparsam yapayım, gergin asık yüzlü polisten kurtulamadım. Bana yanaştı ve bakışlarıyla döverek, kimliğimi sordu. Otobüsün de kalkmasına az bir zaman kalmıştı. Elimdeki sigarayı dudaklarıma tutuşturarak parkamın cebinden kimliğimi bulmaya çalışıyorum. Nereye gittiğimi de sordu daha bir yanaşarak… İstanbul’a gittiğimi söyledim sigaram dudaklarımda… Daha bir sertelerek, çıkar sigarayı ağzından, dedi. Sigarayı tekrar elime aldım, tek elimle ceplerimi karıştıramıyorum, sigarayı yere attım, daha uygun olur diye... Soruları arka arkaya gelmeye başladı, ağzımdan kaçırdım, “…öğrenciyim, İstanbul’a okumaya gidiyorum” dedim. Kimlik çıkarmaya çalışırken de bir yandan da düşünüyorum, “bu polis bana taktı, öğrenci olduğumu da öğrendi, şimdi beni karakola alırsa…”. Aklıma askeriyenin verdiği resimli, mühürlü, babamın jandarma olduğunu belirten sağlık karnesi geldi. Belki asker çocuğu olduğumu öğrenirse işi uzatmaz diye… Onu bulup verdim. “Bu nedir lan, bu kimlik değil!” dedi. “Başka kimliğim yok yanımda, baban alay komutanlığında çalışıyor.” dediysem de daha bir hiddetlendi. Polisin o zamanlar askerlerle arası iyi değil. Askerler, o zamanlar, Polder-Polbir olarak bölünmüş polis teşkilatını pek sevmiyor, beceriksiz olarak görüyor.
Ben tam işte şimdi boku yedik, derken polisin arkasında uzman jandarma çavuş rütbesiyle gelen babamı gördüm. Alay Komutanlığının asayişle ilgili 2. şubesinde çalışan babam durumu hemen kavradı. O gözlerini iyi bilirdim, kanlanan çakır gözleriyle hemen bize yanaşarak polise sert bir sesle “Ne var, çocuk benim!” deyince polis sessizce bir şey söylemeden uzaklaştı. Babamla vedalaşmıştık halbuki yine de beni uğurlamaya gelmişti. İyi gelmişti…
…………
1970 ve 1980’lerde sağ-sol çatışmasını sonlandırmak yönetimler kurunun yanında yaşın yanmasını olağan kabul ederlerdi. Ve bir çok kişi bu yüzden karakollara düşüp dayak yemiş, işkence görmüştü. Onun için “makul şüphenin” iktidarlar arzulamasa bile uygulayıcılar elinde “makbul şüpheye” dönüşmesi ihtimali her zaman vardır. 22.10.2014