Beni Farkediyor musunuz?
İnsanın yalnız yaşaması mümkün olmadığından, iki insan bizim örneğimizde Ali ile Ayşe olsun karşılaştıklarında, birbirlerine farkında olmadan şu soruları sezgisel olarak sorarlar:
Ali / Ayşe, beni umursuyor musun?
Ali / Ayşe, beni her halimle kabul ediyor musun?
Ali / Ayşe, ben senin için değerli miyim?
Ali / Ayşe, sen beni bu halimle becerikli ve yeterli buluyor musun?
Ali / Ayşe, senin tarafından seviliyor muyum?
Bu soruları bir mektupla ya da bir mesajla sormayız belki ama duygularımızla gönderdiğimiz ve karşımızdakinin davranışlarında ve gözlerinde görmeye çalıştığımız bu soruların cevaplarıdır.
Var olduğumuzu algılayabilmenin yoludur bu soruların cevabını bulabilmek. Birçoğu için hayatın anlamıdır. Çünkü bu dünyada ve ilişkiler örüntüsü içinde nefes alıp veriyoruz.
Zannetmeyelim ki ihtiyaçlarımız yemek-içmekle sınırlıdır ve bu ihtiyaçlar giderildiğinde her şey yoluna girecektir…
Yaşamını çocuklarının maddi beklentilerine cevap vermek için düzenlemiş bir adam, çocuklarının bu ihtiyaçlarını fazla fazla karşıladığı halde, bir gün çocuklarının “Baba bizi sen hiç sevmedin!” cümlesi karşısında çaresiz kalabilir.
Yer sofrasında ve büyüklerden ayrı olarak yemek yedirilmiş bir kız çocuğu, yıllar sonra kendisini değersiz, önemsiz ve dışlanmış birisi gibi hissedebilir. Karnı doymuştur ama ihtiyacı karşılanmamıştır…
Her akşam evinin kapısını anahtarıyla açmak durumunda olan adam, kendisini umursanmıyor olarak hissedebilir. Ve kendisini kendi ailesine ait hissedemeyen bu adam, bir kahvenin soğuk bir köşesinde bir sandalyeye ilişerek aidiyet duygusunu doyurmaya çalışabilir.
“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye kendisine haksızlık eden bir kamu görevlisine çıkışan vatandaş, ukalalık yapmaya çalışmaktan çok, adam yerine konmak istiyordur.
Bugün stresten yaşadığımız onca hastalığın altında ilişkilerde birbirimizin canına okuyuşlarımız yatıyor.
Neredeyse tüm hastalıkların altında, yukarıdaki soru(n)lardan kaynaklanan var oluş stresini bulabiliriz. Güvenli bir ortamda yaşamadığımızı biliyoruz. Adam yerine konmuyor, önemsenmiyor, değerli bulunmuyoruz. Şartlı kabullerin olduğu, faydalı olduğumuz kadar sevildiğimiz, işe yaradığımız kadar umursandığımız ve değerimizin sadece göreceli olarak değiştiği kararsız bir dünyada tutunmaya çalışıyoruz.
Böyle davrandığımız için birbirimize bütün algılamalarımız böyle oluşuyor. Biz böyle düşündüğümüz için dünya da bize böyle davranıyor. Dünya böyle davrandığı için biz kendimizi haklı bularak dahada olumsuz düşünmeye davranmaya ve hissetmeye başlıyoruz. Bir kısır döngüye giriyoruz çoğu kere.
İstediğimiz şeyi almanın yolu, ağlayıp sızlanmaktan ve dünyaya küsmekten geçmiyor! Ne de gerçekten ihtiyacımız olan varoluşsal onaylanmayı, maddeyle boğmaya çalışmaktan . Tek bir yol var, o da farkındalığımızın artması... Yani gerçekten ihtiyacımız olanın ne olduğunu fark ederek, almadan önce vermeye istekli olmaktan başlamak…
İnsanları umursamak, kendimizi umursamak, yaşamı umursamak… Kısacası bir şeye değerini vermek, anlamlı bir hayatın en birincil şartıdır.
Umursamadan yaşamak ve umursanarak yaşamayı istemekse kendi varoluşsal paradoksumuz. Kendimize söylediğimiz en büyük yalan... Gelin dürüst olalım! Bütün fark edişlerimiz kendimize karşı dürüst olmak içindir. Ve akıllı insan dürüsttür.
İnsan kabul edilmek ister. Ve yargılanmadan yaşamak... Yargılandığında değişmez, değişmiş gibi yapsa da bu sadece maskedir, inanılmaz… Kendisini olduğu gibi kabul edemeyen insanların yanında enerjisi düşer; kendisi olmaz, başkası da olmaz. Maskeli benliğinin arkasında oyalanır, hepsi o kadar…
Var olmak ve var olduğunu iliklerine kadar hissetmek isteyen insan, önce kalbini adam yerine koyar, duygularına değer verir. Kendisini olduğu haliyle mükemmel bilir ve sever. Sonra da en yakınındakini dinleyerek var eder. Varlığını fark eder. Varedicisini fark eder…