Başarıyı Hazmedemiyoruz…
Şanlı tarihimize baktığımızda, övünülecek çok da fazla bir meziyetimizin olmadığını görüp, ya büyük bir hayal kırıklığına uğruyoruz, ya da elimizdekileri döndüre döndüre, toplumsal motivasyon yapıp, moralitemizi üst seviyede tutmaya çalışıyoruz.
En çok da, tarih boyunca kazandığımız savaşlarla, yarattığımız destanlarla övünmeyi seven bir milletiz galiba. Allah’tan tarihe geçen ve biz Türklerin gurur kaynağı olan savaşlarımız var da, onlarla avunmayı sürdürüyoruz.
Gerçi zaman zaman bunun da şokunu çıkartmadığımız olmuyor, ama artık bunun gibi ufak tefek(!) kusurları da görmezden geliyoruz.
Çanakkale savaşları ile ardından verdiğimiz Kurtuluş mücadelesi, her ülkenin tarihinde olmayan gerçek bir destan. Amerika 250 yıllık tarihi içerisinde yaşadığı kuzey-güney savaşı ile belki bin taneden fazla film çevirip, dünyayı bu savaşların en küçük detayına kadar kafalarına vura vura öğretirken, bizim neredeyse 100 yıla yaklaşan bir zaman süreci içerisinde elle tutulur, adam gibi bir film çeviremeyişimiz ve bunu da dünyaya pazarlayamayışımız, yüreğimizi burkan başka bir olgu olarak dikkati çekiyor.
Kaç ülkenin başından Atatürk gibi bir dahi geçmiştir bilmiyorum, ama bildiğim bir şey varsa, böyle bir dahi Amerika’da olsaydı, eminim ki kutuplardaki eskimolardan, Afrika’daki pigmelere kadar bilmeyen toplum bulunmazdı diye düşünüyorum.
Bu savaş ve kahramanlık övünmelerimizin dışında, bilimle, sanatla, sporla ya da ne bileyim sosyal bir takım olaylarla övüncümüz o kadar az ki, bu konuda ne kadar geride kaldığımız da ortada.
Ya Amerika’da, ya da Avrupa’da kişisel başarıları ile dünya üzerinde söz sahibi olan birkaç bilim adamımıza da dört elle sarılıp, onları bu ülkenin milli değerleri olarak göstermekten bile aciziz.
Zaten, hepi topu bir elin parmakları kadar olan bu insanlarımızı da zaman zaman ülkemizden kaçırmak için de elimizden geleni yapmaya da sanki özel bir gayret sarfediyoruz.
Biz galiba başarıyı hazmedemeyen, kabullenemeyen bir toplumun bireyleriyiz!..
Başarıyı kıskanan, başarılı insanları karalayan, onların yakaladıkları başarıya ulaşamayınca da onları yerin dibine batırmaya çalışan bir toplumuz sanki.
Olmadık dedikodularla, olmadık karalamalarla, olmadık hakaretlerle ya kaçırıyoruz, ya da kendi ülkesine dönmesini engelliyoruz. Ardından da, “Bu ne biçim Türk yahu?” diye hiç de haketmediği bir sitemde bulunuyoruz.
Umarım bu yazdıklarım 301’e takılmaz, ama tüm bunları hakaret olarak değil, özeleştiri olarak alırsak, nerelerde ne yanlışlıklar yaptığımızı görmemize daha fazla imkan buluruz diye düşünerek, dile getirmeye çalışıyorum.
Şöyle çevrenize bir bakın bakalım. Ne kadar başarılı biri varsa, mutlaka onu karalamaya, onun başarılarını yok etmeye yönelik yüzlerce de insan göreceksiniz etrafında.
Yalan diyen varsa da, çıksın bana izahını yapsın lütfen.
Adam yöneticidir, bir şirketin başına getirilir, kafası çalışıyordur, ufuk çizgisi sınırsızdır, gelişmeye açıktır, teknolojiyi kullanıyordur ve bunun yanı sıra akıl ve mantığı ile yönetimini üstlendiği şirketini zarardan belki de büyük kârlara ulaştırmıştır...
Ama hemen dedikodu çarkı işlemeye başlar. Haa bunu da en çok ya ondan önceki başarısız yöneticiler, ya da onun yerinde gözü olan kabiliyetsiz ve çapsız kişiler yapıyordur.
Aman Allah artık ne dedikodular, ne karalamalar uydururlar ki, akıllara ziyan.
Benzer şeyler kamu yöneticileri için de geçerlidir. Adam belediye başkanı olmuştur, ama belediye başkanlığını rutin önüne gelen evrakları imzalayıp, günü doldurmak için değil de iline, ilçesine, beldesine hizmet etmek için yapıyordur.
Koltuğunda boş boş otursa, başkanlığı sonunda ne başı ağrır, ne de herhangi bir sıkıntı duyar. Üstüne üstlük birkaç kişiyi işe aldı, birkaç kişinin işini halletti diye ikinci kere bile seçilme şansı yüksek olur.
Fakat, yok çok çalışıyor, akıl ve mantığını kullanıp yatırıp üzerine yatırım yapıyorsa yanı gülüm keten helva. Hakkında yolsuzluktan, suiistimale kadar neler neler uydurulur ki havsalanız şaşar kalır.
Tüm bunları ülke yönetiminden, en küçük yönetim birimi olan mahalle yönetimine kadar, en büyük kamu kurumundan, en küçük şirkete kadar düşünebilirsiniz.
Yeter ki, o şirkette çalışan en az 2-3 kişi olsun. Bu kadarı bile karalama yapmak için yeter bizim için.
Her sektöre de uyarlayabilirsiniz bunu. Sanmayın ki, bazı sektörler bu durumdan ayrıdır. Aksine, adli sektörden, sağlık sektörüne kadar aklınıza gelebilecek her sektörü rahatlıkla işin içine katabilirsiniz.
Ne avukatlar birbirini sever, ne doktorlar. Ne gazeteciler birbirini sever ne de taksiciler!.. Hepsi birbirinin kuyusunu kazmak için olmadık bir yarış içerisindedir.
Amma iyi de rol yaparız haa... Karşı karşıya geldiğimizde, “Aaa, nerelerdesin yahu? Seni ne kadar özledim” diyerek bir de yalan kıvırma makinesine de dönüşürüz anında.
Adam hayatı boyunca suya sabuna dokunacak tek bir satır yazmamıştır, yazılarının büyük çoğunluğu kuşlar, böcekler, aşklar üzerinedir, fakat kendini bir anlatır ki, sanırsınız dünyanın en haşin gazetecisi!..
Preh preh preh diye bıyıkaltı gülmeye çalışırsınız, bu kez de bozulur, arkasını döner gider.
Yahu biz ne kadar birbirimizi olmadık şekilde yağlamaya meraklı milletmişiz diye kendi kendinize hayıflanırsınız, çünkü küçücük bir tepki bile karşınızdakini sizden kaçırtmıştır.
Başarılıya yeterince değerini vermediğimiz gibi, başarısız da olmadık şekilde bu başarısızlığının karşılığını övgü olarak almak ister.
Hep bahsediyorum, rahmetli Sakıp Sabancı başarılı insanları, sağlıklarında ödüllendirmeden yana bir durum geliştirmişti. O zamanlar ne kadar yadırganmıştı rahmetli hatırlıyorum da. Çünkü, biz insanlar öldükten sonra methetmeye alışmışız yaaa!..
Ama o bundan yılmadı ve daha yaşarken heykellerini yaptırıp, en başta kendi evinin bahçesine koyarak örnek oldu.
Ne yazık ki, onun ölümüyle de bu ilke rafa kaldırıldı. Sadece başarılı olanlarımızı televizyonlara çıkartıp, birkaç soru sorup, “Bu başarıyı nasıl yakaladınız?” diye sorular sormak, o insanımızla övünmemizin tek yolu oluyor.
Taa ki, yine aynı insanımızın bir başka başarısını görene dek. Öyle ya, bizde başarılı insanlar bir kere başarıyı elde etmeyle değil, sürekli başarılı olmakla yükümlüdür adeta...
Hiç unutmuyorum zakkum ile kanseri tedavi ettiğini öne sürerek o günlerde medyada bir hayli yer alan ve adını da “Zakkumcu Ziya”ya çıkarttığımız bir genel cerrah olan doktorumuz vardı, Ziya Özel isminde.
Adamcağız, televizyonlarda buluşunu anlatmak için göbeğini çatlatmıştı da, o günlerde ne kadar bilim çevresi varsa, hepsi adamla “Böyle bir şey olamaz” diye adeta dalga geçmişti.
Yılmadı, mücadelesini epey bir müddet sürdürdü. Ancak buluşuna başta Sağlık Bakanlığı karşı çıktı ve araştırıp, inceleme gereği dahi duymadan, neredeyse bir aforoz etmedikleri kalmıştı.
Sonunda baktı kendi ülkesinde hiç kimse, kendisini dinlemiyor, anlamıyor, o da kendisine sahip çıkacak bir yer arayışına girdi. Ve, bizim bu bilim adamımıza Amerika sahip çıktı.
Ona çeşitli imkanlar tanıyıp, buluşunu daha da geliştirmesi için fırsatlar yarattı. Bu imkanlar karşılığında da ilacını yapmasını sağladı.
Ya şimdi ne oldu? Patentini Amerika’ya verdiği bu buluşu olan kanser ilacı, başta Amerika olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde satılıyor.
İşte, biz böyle bir ülkeyiz. Kendi değerimizi neredeyse altın tepsi içerisinde bir başka ülkeye kaptıracak kadar cömertiz.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün tabii ki. Hem de her sektör için. En son ünlü piyano kompozitörü Fazıl Say’ı yine bu ülkeden kaçırtmak için bir kez daha var gücümüzle çabalıyoruz.
Oysa, ona kucak açacak o kadar çok ülke var ki.
Evet, işte biz böyle bir milletiz galiba.
Elinden hiçbir iş gelmeyenleri tepemize taç yapar, onları göklere çıkarırken, başarılı olanların da bu başarılarını kıskanıp, paçalarından aşağıya çekiyoruz.
Böyle başka bir toplum var mıdır acaba?