Aynı Evde İki Yabancı
Sevgiyle ve aşkla başlayan ilişkiler, gün gelip de nasıl bir çıkmaza dönüşür?
Tarafların birbirlerinin sesini duymak için her şeyi göze aldığı zamanlar neden eskilerde kalır?
Şimdiyse seslerini duymamak için neden köşe-bucak kaçılır?
Rüyada bile yüzünü görme duası ederek uyuyan insanlara ne olur ki sonrasında gündüz gözüyle bile birbirlerini görmek istemezler?
Çok sevdiğimiz insana hayatı dar etmek için mi evleniyoruz yoksa?
Ona hayatımızı feda edeceğimize dair sözler verirken, onun hayatını zehir edeceğimizi hiç aklımıza getiriyor muyuz?
Samimiyetin kaybolduğu ve özenin olmadığı ilişkiler, aynı evde yabancılaşan insanları üretiyor.Bir tarafın kendisini hep haklı gördüğü ve karşı tarafın da hep haksız görüldüğü bu durumda, bir süre sonra aynı evde yaşayan iki yabancıya dönüşülüyor.
Kendimiz için en geniş açıdan kullandığımız affediciliği, eşimiz için nedense en darından kullanıyoruz. Açılarımız değişmiş. Karşımızdakini en dar açıya hapsederek her hareketini kusurlu sayarak eleştirirken, aynı konuda kendi yaptığımız hatalar söz konusu olduğunda açı hemen genişliyor. Bin bir savunma mekanizmasıyla kendi hatamızı “hatalar listesinden’’ çıkarırken doğru bir davranışmış gibi gösterebiliyoruz.
Kime yutturmaya çalışıyoruz? Kimse yutmuyor! Sadece yutmuş gibi yapıyor... Sonunda birike birike aynı evde iki yabancıya dönüşülüyor.
Adam kendi ailesi için harcama yapmakta sınır tanımazken ve açıyı geniş tutarken söz konusu eşinin ailesine geldiğinde açı bir anda daralıyor.
Kadın arkadaşlarıyla vakit geçirirken haklı oluyor; adam arkadaşlarıyla gezmek istediğinde açı daralıyor.
Kendimiz için hak gördüğümüzü, eşimiz için lüks olarak algıladığımızda aramıza mesafeler girmeye başlıyor.
Bize yapılan en ufak bir eleştiriyi kaldıramazken eşimiz için açtığımız eleştiri musluğunu kapamak bilmiyoruz.
Hor görmeye başladığımızda, aynı yatağa yatan fakat dudak bükerek sırtını birbirlerine dönen insanlara dönüşüyoruz.
Eşlerle ilişkileri üzerine çalışırken kullandığım fotoğraflarda bir yandan düğün resimlerine bakarken, boşanmayı konuştuğumuzda araya nelerin girdiğini görürüm. Fotoğraftaki iki mutlu insanın nasıl olup da iki nefret eden insana dönüştüğünü düşündüğümde birbirlerini anlayamamış insanları görürüm.
Kendi yanlışlarımızı eleştirmek ve daha güzel olana ulaşmak için verilmiş eleştiri yeteneğini en yakımızdakini incitmek için kullandığımızı gördüğümde üzülürüm.
Kendimizi hiç eleştirmediğimizden, her gün yeniden yeniye nasıl kutsadığımızı gördüğümde bir insanın kendine verebildiği zarara acırım! Bireysel dünyalarımızda yalnızlaştığımız ve “Ben iyiyim, kötü olan o!” diyerek kendimiz kandırmaya devam edişimizi seyrederim.
Karşımızdakinin en ufak bir iyiliğini dahi unutmayıp onaylamak için verilmiş duygumuzu karşımızdakine hiç göstermeyip hep kendimizi onaylamak için kullandığımızı fark ederim.
Hep kendi egosunu onaylayan insanın bir eşe ihtiyacı da kalmaz!
İlişkilerimizi kemiren kurtlar hiç de az değil. Bize verilen her duyguyu kendi adımıza ve yanlış kullandığımızdan tahammülüz her geçen gün daha da azalıyor.
Önce aynı evde yabancılaşıyoruz. Sonra aradaki boşlukları başka şeylerle doldurulmaya çalışıyoruz. Teknoloji de buna interneti, cep telefonu ve televizyonuyla hemen yetişiyor.
Sonra da ayrı evler ve ayrı insanlar olarak yaşam devam ediyor. Mutluluk, birer fotoğraf karesinde kalıyor.
Bize ne mi oluyor? Hiçbir şey.Biz zaten hep iyi olan taraftık! Kötü olan da zaten gitti. Oyun da burada bitti!
Sevgisiz evin dağdan farkı yoktur. Öyle ev iki yamaçlı dağa benzer. Her iki yamaçta da birbirinden farklı iki yabani ot biter.
Sevgi içinde yaşanılan ev gül bahçesini andıran yuvadır. Bu yuvada diken gülü severken, gül de dikenin sevgisine karşılık, onu hoş görür ve acısına katlanır.
Acı çeken yürek büyük olur. Büyük yüreğin sahibi de adam gibi adam olur. Sakın unutmayın.
Mart 14th, 2011 at 21:31