Ay Işığı
“Nasıl yalnızım, nasıl kimsesiz. Neden dünya dar ya da ruhum tarumar. “
Dirseklerini masaya dayayarak ellerinin arasına aldığı başı zonkluyordu. Yüreğini saran hüzün canını yakıyordu. Gönlündeki gurur perdesini kaldırarak sağanak gibi ağlamak istiyordu. Ağlayamıyordu.
“Off fikrim geniş, göğsüm dar. Acı çeken ruhum biçare bedenime sığmıyor. İkbalimi böyle dilemedim ki, bu ne ıstırap ya rab. Sanki bir ordu toplanmış başıma gürzle vuruyorlar. ” dedi. Masasının çekmecesini açarak ağrı kesici ilacını aldı. Bardağın dibindeki birkaç yudum suyla ilacı yuttu. Arkasına yaslanıp gözlerini kapattı.
Kapının tıklamasıyla kendine geldi. Toparlanarak yerinden kalktı. Getirilen evraklara gereken işlemleri yaptı. İlacın etkisiyle mi, yoksa işine verdiği dikkat sayesinde mi? az da olsa ağrısı geçince toparlandı.
Kalemini kalemliğe takarak ayağa kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Ellerini göğsünde bağlayıp dışarıyı seyre daldı. Su gibi akıp giden arabaları seyretti. İçinden, “ Sanki metal bir nehir gibi, nasıl da akıp gidiyorlar.” diye düşünürken cep telefonunun zil sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Eline aldığı telefonun ekranına baktı baktı. Açmadan masanın üzerine bıraktı. Açıp ne diyebilirdi ki? Bağırıp çağırmak onun mizacında yoktu. Gözleri yaşla, gönlü acıyla doldu. Kırılan kalbinden çok, yıkılan inançları sarsmıştı zarif ruhunu.
Her ne kadar hayata ilişkin kaybedişler, yeni başlangıçların kapısı olsa da, soluk soluğa terk edilmişlik duygusu o kapıyı görmeğe engel oluyordu. İçini kaplayan acı, hüzün yüklü tren gibiydi. Ağır aksak yol alan acılardan geriye ne kalacaktı o da bilmiyordu.
Telefonunun ekranında o nun adını görünce tanıştığı gün geldi aklına. Gülümsedi.
Odasının kapısını arkadan kilitleyerek kendisini koltuğuna bıraktı. Kolu kanadı kırılmıştı sanki. Başını koltuğun arkasına yasladı. Gözlerini kapadı. Ne kadar onu düşünmek istemese de bir an aklından çıkmıyordu. Onamı âşık olmuştu yoksa aşka mı? Bilmeden bülbül ile pervaneye yoldaş olmuştu. Nasıl ki bülbülün göğsü gülün dikeniyle delik deşik olmuşsa, nasıl ki pervane aşkının ışığında döne döne can vermeye razı olmuşsa onunda kaderinde aşkın azabından içmek varmış.
“Ah Züleyha sen benim kadar yanmadın. Ve ben Züleyha senin kadar cesur olamıyorum. Sen onun gömleğini yırtıp attın zindana. Ben yapamıyorum Züleyha. Hani sana dediler ya ‘Züleyha ay çıktı.’ Sen de dedin ki ‘Yusuf mu baktı?’ Bak Züleyha bak şimdi her yer karanlık benim, Yusuf’um benden gözlerini aldı. Bildin mi şimdi neden her yer karanlık. Yüreğimdeki ıstıraba sabrım yetmiyor Züleyha.”
Çalıştığı şirketin eğitim seminerinde kendisini izleyen gözleri birkaç gün sonra fark etmişti. “Beni rahatsız ediyorsun.” diye karşısına dikildiğinde, Erdem utancından bir şey diyememiş, olduğu yerde kala kalmıştı. Tülin, adamın şaşkın ve mahcup duruşunu görünce kahkahayla gülmüştü.
Tülin’in gülüşünden cesaret bulunca elini uzatarak “Ben Erdem, Sende Tülin, hakkınızda birçok şeyi biliyorum.” dedi. Kısa bir müddet eli boşlukta kaldı. “Hadi uzat elini ay ışığı, uzat ki gecem aydınlansın.” deyince Tülin kaşlarını çatarak bir şey demeden oradan uzaklaşmıştı.
Erdem’in uzattığı el bir müddet sonra karşılık bularak tutkulu aşk aynasına saykal olmuştu. Tülin abıhayat çeşmesinden akan aşkı kana kana içiyordu.
Ayrı şehirlerde yaşasalar da mesafeler gönül yolu kadardı. Sık sık buluşup hasret gideriyorlardı. Aradan aylar geçmiş Tülin’in yüreğinde büyüyen sevgisi aklını başından almış, çivit rengi gökyüzüne asmıştı. Erdem’e olan güveni, inancı belki de kendi benliğindeki iyilikten kaynaklanıyordu. Bir kez olsun aklına onu sorgulamak gelmemişti.
Tanışmalarının birinci yılı dolduğunda evlenmeye karar vermişlerdi. O günlerde mutluluktan mest olmuştu Tülin.
Evliliğindeki mutluluğu iş hayatına da yansımıştı. Başarıyla yürüttüğü görevinde yükselmişti. İş gereği yaptığı seyahatler çoğalmıştı. Erdem’ den her ayrılışında yüreği yanıyordu. Çoğu kez istifa etmeyi düşünmüş sonrada eşi vazgeçirmişti.
***
Yatak odasının kapısından içeri girdiğinde bir anda dünyası kararmış, tufanlar kopmuş, zelzeleden yer gök sallanmıştı. O an sanki mahşer anıydı. Gözleri kocasının göğsünde çırılçıplak yatan kadından çok yüzlerindeki arsız ifadeye saplanıp kalmıştı. Bir müddet buzdan yapılmış heykel gibi öylece kalmıştı. Ne ağlayabiliyordu ne de dilinden bir hece çıkıyordu. Nefesiyse durmuş gibiydi. Sanki kendisi kabahatliymiş gibi insanlığından utanç duyuyordu. Başını yere eğmiş öylece duruyordu. Çıkıp gitmek istiyordu ama ayakları sanki yere çivilenmişti, kımıldatmaya gücü yetmiyordu. Gözlerinden süzülen damlalar ahşap zemine düşerek iz yapıyordu. “Bunu nasıl yaparsın?” diye içinden attığı çığlıkları Erdem duymuyor uykunun denizinde kollarındaki kadınla yüzüyordu.
Gece yarısı sessizce evinden çıkarak yürümeye başladı. Yüreğindeki acı, yılan gibi kıvrım kıvrım kıvrılarak bütün benliğini yakıyordu. İlk kez gördüğü parktaki banka oturduğunda şafak sökmüştü. Çimenlere, çiçeklere, gül yaprakları üstündeki şebnemlere baktı. İlerideki bankta uyuyan adamı seyretti biraz “ Acaba ne yaptı ki şimdi burada.” dedi içinden. Kuşların güne merhaba deyişleri az da olsa ferahlatmıştı gönlünü. İşlerine gitmek için ağır ağır sokağa dökülen insanları, çöpçülerin süpürge savuruşlarını seyretti. Havanın serinliği yüzünü ana eli gibi okşuyordu. Bir an huzur duydu içinde. Simitçinin sesiyle toparlanarak yerinden kalktı. Yürüdü.
Evliliğini eşinin ihanetini görünce aklında ve yüreğinde bitirmişti. Kırılmıştı, incinmişti Tülin. Denizdeki fırtınada karşısına çıkan mucize dal gibiydi Erdem. Ne olduğunu, kim olduğunu düşünmeden tutunmuştu ona. Oysa şimdi o dal denizin dibine batmıştı.
13 Haziran 2014