Avrupa ve Geleceği-I
1 – Avrupa’nın Önde Gelen Milletleri
Petrol, 20. yüzyılın gelişmesinin motor gücüydü. Bu yüzyılda tüm büyük çatışmalar bu itici gücün paylaşımı için yapıldı. 21. yüzyılın itici gücü ise doğalgaz olacaktır. “Su”[1] kadar önemli stratejik bir paylaşım metası olmayacak olsa da doğalgaz, 21. yüzyıl siyasal sisteminin temel hareket noktalarından birisini oluşturacaktır.
Bir medeniyet projesi olarak Avrasya kıtasının batısına ve Afrika’nın kuzeyine dayatılan AB, Rousso, Voltaire gibi ortaçağ aydınlanmacılarının ortak düşlerinin 20. yüzyıldaki izdüşümü olarak 2. Dünya Savaşının ardından ortaya çıkmıştır. Savaşın galibi olan ABD’nin zorlaması sonucu Fransa ve Almanya’nın aynı masaya oturtulması ile doğan Birleşik Avrupa, başlangıçta Atom Enerjisi’nin ve Avrupa’da savaşların hem nedeni hem de itici güçleri olan demir ve kömür kaynaklarının paylaşımı projesi olarak yaratılmıştır[2].
Her ne kadar resmi kuruluş 1957 Roma Antlaşması ile olmuşsa da Avrupa’nın siyasal anlamda birliğini sağlaması, Sovyetlerin, savaşın galibi sıfatıyla Avrupa’nın mevcut sınırlarını zorlamasıyla daha önce gerçekleşmiştir. Aynı yılda (1949) NATO’nun tüm Atlantik üzerinde askeri bir şemsiye olarak oluşturulmasıyla Sovyet Bloğu’nun dışında kalan dünyanın geri kalan kısmında Westphalia Düzeni geçici bir süre için de olsa yeniden rayına oturtulmuştur. NATO’nun Avrupa sınırlarında karşısına karşı konulmaz bir güç olarak çıkmasıyla Sovyetler, doğuya (Kore Savaşı bu yönelimin bir sonucudur) dönerken savaşın asıl galibi olan ABD, hem Marshall Yardımları hem de Truman Doktrini ile kendi bahçesine yeni bir düzen vermeye girişmiştir.
“Soykırım Suçu” işlemenin utancından ağzını açamayan Almanya’nın yanında savaşın “mağlup galibi” Fransa’nın da sesini çıkaramadığı bir ortamda ABD, Avrupa’nın milli şuuru en yüksek bu iki toplumunu aynı masa etrafında birleştirerek çerçevesi Atlantik’in öteki yakasında oluşturulan bir projenin ana elemanı haline getirmiştir.
Birlik başlangıçta, Avrupa’nın en önemli zenginliği olan demir ve kömür cevherleri ile bu cevherlerin üretim sahası olan Alsace-Lorrraine Bölgesinin uluslar üstü ortak bir yönetime kavuşturulmasını hedeflemiştir. Böylece Avrupa’nın en stratejik kaynakları Almanya ve Fransa arasında kavga konusu olmaktan çıkarılmış, Avrupa enerjisini kavgaya değil, Amerika’nın da sağladığı destek ile üretime ve kalkınmaya yönlendirerek kısa sürede önemli bir refaha ve zenginliğe kavuşmuştur. Bu sürecin baskın anlayışının sonucu olarak Avrupa, Avrupalı milletlerin, tarihi kimliklerinden arınarak “Greko-Romen” üst kültürüne intisap ettiği izlenimi vermektedir. Ancak savaşın yaraları iyileştikçe ve Avrupa’nın kaynak sorunları arttıkça, eski hâkim milletlerinin kanına/iliğine işlemiş olan “büyüklük tutkusu” son zamanlarda hem de AB’nin yıkımını hazırlarcasına depreşmektedir.
Avrupa tarihinin mazisine doğru kısa bir yolculuk yapacak olursak Avrupa tarihinde uzun soluklu olarak ayakta kalan ve günümüz Avrupa siyasal ve kültürel bileşimi üzerinde etkin olan birkaç büyük kavim ve kültür görürüz.
Bunlardan birincisi –şaşırtıcı da olsa- İsveç’tir. Osmanlıyı yıkıma götüren Türk – Rus Savaşlarının ana sebeplerinden birisi de İsveç Kralı 12. Karl / Demirbaş Şarl’ın[3] Osmanlıya sığınmasıdır. İsveçliler bir zamanlar Avrupa’nın büyük bir krallığı olmanın yanında hala sahip olduğu zengin krom ve enerji kaynaklarıyla hem kendine yetmektedir hem de Greko-Romen kültürden çok farklı bir kodekse sahiptir. Bu bakımdan İsveç ve beraberinde diğer İskandinav ülkeleri Kara Avrupasından önemli ölçüde farklı niteliklere ve öznel koşullara sahiptir.
Protestan kültürün önemli bir taşıyıcısı ve küresel kapitalist sistemin kurucusu olarak İngiltere geçmişte sahip olduğu “Kraliçe Majestelerinin Güneş Batmayan İmparatorluğu” olarak Avrupa tarihinde ayrı bir yere sahiptir. Son üç yüz yılın (Tuhaf bir tesadüf olarak, Avrupa’da üstünlüğünü kurduğu 1648 Westphalia Antlaşmasından üç yüz yıl sonraya denk gelen 1947’ye kadar) önemli bir askeri/siyasi aktörü olarak İngiltere, bir ada devleti olmanın da etkisiyle –her zaman için Avrupalılık anlayışını şekillendirmesine karşın– bu anlayışın dışında hatta üstünde yer almıştır. 1947–1971 arası dönemde tüm askeri ve siyasi üstünlüğünü yitiren İngiltere her şeye rağmen küresel güç niteliğini özellikle diplomatik alanda sürdürmektedir. Bunu sağlayan en önemli faktörlerden bir tanesi kendisinin yarattığı Protestan kapitalist ekonomik kültürdür. İngiltere, her zaman için Birleşik Avrupa düşüncesinin karşısında yer almıştır. De Gaulle’ün nitelemesiyle İngiltere, bir Truva Atı olarak Avrupa’nın içinde yer almış olsa da İngiltere’nin Kara Avrupası karşısındaki tutumu çok nettir ve İngiltere hala Amerika aracılığıyla sürdürülen “emperyal özlemlerin” ülkesidir.
De Gaulle demişken, Avrupa içinde en belirleyici iki milletten birinin Fransızlar olduğunu şimdiden belirtelim. Fransızlar, İngilizlerin geleneksel “centilmen” diplomasi anlayışına ters bir şekilde kırıcı ve riyakâr bir dış politika anlayışına sahiptir. Ancak her ikisinin de en önemli özelliği hem emperyal hem de sömürgeci olmalarıdır. Fakat Fransa’nın tüm Avrupa toplumlarından ayrıldığı önemli bir nokta vardır. O da Fransızların kendilerini diğer Avrupalı uluslardan daha “kalburüstü” görmeleridir. Bunun kökeninde ise Avrupa’daki seküler kültürel yapılanmanın doğduğu dönemlerde ihtişamı dillere destan Paris’in elit (aslında aristokrat demek daha uygun düşebilir) yaşamının ışıltısının, Avrupa’nın diğer başkentlerinde yaşattığı cazibe vardır. 18. ve 19. yüzyıllarda Londra, İstanbul, Saint Petersburg gibi başkentler diplomatik hareketliliğin merkezi iken, Paris tüm Avrupa soylularının (aristokrasisi) akın ettiği, birinci sınıf yaşamın merkezi olarak sivrilmiştir. Sonuç olarak Avrupa aristokrasisin bir biri ile yarışmak için Paris salonlarını tercih etmesi Paris’i sanat, kültür gibi alanlarda Avrupa’nın gerçek başkenti yapmış, bu ise Fransız toplumu ve kültürüne kalburüstü bir nitelik kazandırmıştır.
Bütün bunların bir yansıması olarak Fransızlar kendilerini her dönemde diğer Avrupa uluslarının üzerinde görmüş ve diğer Avrupa uluslarını ötekileştirmeyi tercih etmiştir. Böylesi bir ayrıştırmanın sonucu olarak, hala Avrupa’nın iki büyük başkentinden birisi olan Paris, hem kültürel hem de siyasal anlamda Birleşik Avrupa düşlerinden ayrı düşleri olan bir başkenttir. Ve unutulmaması gereken çok önemli bir nokta daha vardır: Fransa, General De Gaulle’ün ülkesidir ve De Gaulle’ün ruhu[4] Fransız politikacıların hemen tepesinde dolanmaktadır.
Günümüzde Avrupa’nın iki önemli başkentinden bir diğeri hiç kuşkusuz ki Berlin’dir. Ortaçağdaki yüzlerce Alman prensliğinin olduğu dönemden tutun da Avusturya – Macaristan İmparatorluğu dönemine kadar Cermenler her daim Avrupa’nın belirleyici hakim uluslarından birisi olmuştur. Avusturya – Macaristan İmparatorluğunun zayıfladığı bir dönemde dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ikinci siyasi dehası kabul edilen prens Von Bismark’ın[5] önderliğinde II. Cermen Reich’ının ortaya çıkması ise klasik Westphalia Düzeni’nin sarsılmasına yol açmıştır. Bismark’ın ölümü ile Cermenler kontrolsüz bir şekilde büyümüşler ve emperyal paylaşımda geç kalmışlığın verdiği acelecilik ile 1. Dünya Savaşı’nı erkene almışlardır. Daha sonraki yıllarda Compaigne Ormanlarında gururu ayaklar altına alınan Almanlar, Versaille Antlaşması ile dizlerinin üzerine çöktürülmüştür. Ancak 1929 Ekonomik Krizinin tahta çıkarttığı Hitler hem III. Reich’ı kurmuş hem de dünyayı yeni bir yıkıma götürürken Fransızlardan Compaigne Ormanları’nın öcünü acıtıcı bir şekilde çıkartmıştır. En nihayetinde Almanya yenilmiş, III. Reich yok edilmiş olsa da bugün Almanlar yine de IV. Reich’ı kurma yolunda önemli mesafe kat etmiş durumdadırlar. Bu da kuşkusuz Birleşik Avrupa’nın sonunu getirecek en önemli gelişmelerden birisi olacaktır.
Fransız ve Almanlar, Avrupa uluslar ailesinin iki ana unsurunu oluştururken; gerek askeri ve siyasi geçmişleri ile gerekse günümüze bıraktıkları kültürel miraslarla hala etkilerini sürdüren başka uluslar da vardır.
[1] 21. yüzyılın en stratejik materyali hiç kuşku yok ki su olacaktır. Doğalgaz; yaşadığımız yüzyılın en önemli enerji kaynağı olacak olsa da her zaman için alternatiflerinin olması ve su kadar kesin bir gereklilik unsuru olmayışı stratejik anlamda su kaynaklarının ve buna dayalı paylaşım politikalarının gerisinde kalmasına neden olacaktır.
[2] Kömür, yirminci yüzyıla kadar ana enerji kaynağı olup Avrupa’daki Sanayi Devrimi kömür ile gerçekleşmiştir. Ayrıca petrolün ortaya çıkmasına karşın kömür ikinci dünya savaşına kadar enerji alanında birinci kaynak olmaya devam etmiştir. Günümüzde petrol, birincil enerji kaynakları içinde % 41’lik bir seviyeye sahiptir. Ayrıca Kömür, dünya ölçeğinde kullanımı en fazla artan birincil enerji kaynağı olma özelliğini hala korumaktadır. Mevcut tüketim seviyesi baz alındığında dünya kömür rezervlerinin bu talebi –ortalama olarak– 160 yıl daha karşılaması, buna karşılık, yeni rezerv bulunmadığı takdirde doğal gaz rezervlerinin 60, petrol rezervlerinin ise 40 yıl içinde tükenmesi beklenmektedir. Fakat kömür sadece enerji üretiminde kullanılırken petrol yaklaşık olarak 85.000 değişik alanda hammadde olarak kullanılmaktadır. Petrolü asıl önemli yapan faktörlerden birisi de diğerlerine göre ucuz olmasının yanında bu özelliğidir.
[3] Osmanlı başkentinde 5 yıl süren misafirliği boyunca giderleri Osmanlı hazinesi tarafından “Demirbaş” giderleri kaleminden yapıldığı için adı tarihimizde Demirbaş Şarl olarak bilinmektedir.
[4] İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın Almanya tarafından işgal edilmesi üzerine Fransız gönüllülerinden bir ordu kuran De Gaulle, kukla Vichy Hükümetini de tanımamış, savaşa devam ederken bir de donanma kurmuştur. Ancak donanması Fransa’nın müttefiki olan İngilizlerce batırılan De Gaulle bu tarihten sonra ne İngiltere’ye ne de ABD’ye asla güvenmemiş mümkün olduğunca Amerika ve Avrupa’dan bağımsız bir Fransa yaratmaya çalışmıştır. Hatta ABD’nin Avrupa Birliğine sokmaya çalıştığı İngiltere ancak De Gaulle’ün ölümünden sonra 1973’te birliğe üye olabilmiştir. İlginçtir ki bağımsızlıkçı De Gaulle; başını bugünün Yeşiller milletvekili olan Daniel Cohn Benditte’in (Kızıl Danny) çektiği ve Amerikan karşıtı olarak lanse edilen 68 Hareketleri sonucu iktidara veda etmiştir. Konumuzun dışında olsa da sırf bu olay bile 68 Hareketi’nin ideolojik bağnazlıktan arınmış bir incelemeye muhtaç olduğunu göstermektedir.
[5] Bismark dünyadaki siyasi dehanın % 5’inin kendisinde geri kalan % 95’in ise Sultan Abdülhamit’te olduğunu söyler. Başkalarında bir şey yok mu diye soran olabilir belki ama o dönemin savaşsız denge siyasetinde bu iki ismin gerçekten de büyük emeği vardır. Zaten savaş bu ikisi sahneden çekildikten sonra çıkmıştır.