Atlar ve Eşrefi-i Mâhlukatlar
Eskiden şimdiki gibi haralar, at çiftlikleri yoktu. Atadan kalma tecrübelerle at yetiştirilirdi. Yüksek ovalarda, bayırlarda yakalanan atlar, bin bir zahmetle ehlileştirilir, nalları çakılır ve son olarak da eyer takımlarıyla gemleri takılırdı.
Bu atların senede bir kez dünyaya gelen tayları, gözlerini ehlileştirilmiş annesine açtığında gördüğü; dünyaya geldiği dört duvarın saman yığınlarıydı. Tay hemen kalkar, kısa bir süre yalpaladıktan sonra bir daha ömrünün sonuna kadar çökememek üzere ayakta kalırdı. Mevsim dönerken tayın nalları çakılır, eyerleri sıkılanır ve gemi ağzına verilirdi. Fakat işler her zaman bu kadar tabi gitmezdi. Bazen bir tay dünyaya gelir ama geldiği yer sahiplerinin eli de olsa, bir türlü geme, nala, eyere gelmezdi. Parladığı zaman bütün sürüyü birbirine katardı. Küçük boyuna, nispeten cılız bacaklarına ve zayıf kaslarına aldırmadan, şimşek hızıyla bir oraya bir buraya koşar, önüne kattığı herkesi ve her şeyi alabora ederdi. O zamanlar, günümüzdeki gibi yatıştırıcı iğneler olmadığından, bu deli taylar için akla gelmedik bir çare kullanılırdı.
Atlar sadece çok hastalandıklarında, doğururken ve ölmekte iken çökerler. Uyurken bile ayaktadırlar. Bu yüzden bir atı ya da tayını, uyurken bile zapt etmek güçtür. Çare olarak; tay önce karanlık bir yere alınır. Hiç ışık almayan, sessiz ve kuru bir yerde, tam üç gün ve gece bekletilir. Yem ve su verilmez. Kapısı bir kez bile açılmaz. Dördüncü günü sabahı güneş doğarken, tayın yanına girilir. Sağrısı okşanır. Sonra usulca yeleleri sevilir. Atların yelesi ya sağa ya sola yatıktır. Her iki yana da yatmış olanı yoktur. İşte can alıcı nokta budur. Tayın yelesi sağa yatmışsa, sola doğru yatırılır ve bir bir örülür. Aksine sola yatmışsa, bu kez sağa doğru yatırılır ve örülür. O andan itibaren tay sizin efendiliğinize boyun eğer. Sanki sihirli bir değnek dokunmuşçasına sakinleşir ve zamanla ehlileşir. Çakılan nallara, sırtına vurulan eyere ve ağzına takılan geme ses etmez.
Artık atınıza atlayıp bütün tozu toprağa katabilirsiniz. Dörtnala koşturup atın sırtındaki ritmi bütün bedeninizde hissederken, yüzünüze çarpan rüzgârı ve damarlarınızda dolaşan özgürlük hissini yaşayabilirsiniz. Tırıs bir yürüyüşle asaletini ve müthiş dengesini fark edebilirsiniz. Başta Türkler olmak üzere pek çok Asya ve Amerika kökenli medeniyetin, adeta at sırtında geçirdikleri aşamaların büyüsünü anlayabilirsiniz. Keşifte, göçte, savaşta ve avda vazgeçilmez bir 'dost' olan atın, tarih çizelgesindeki yerine yaklaşabilirsiniz.
Kaçınılmaz olan; yelesindeki örgülerin bir gün çözüleceğidir. Kendi özgürlüğünü, efendisinin özgürlüğü için feda eden atın tek kelepçesi; kör karanlıkta atılan örgüleridir. Örgüleri çözüldükten sonra bile gemi sağa sola çekiştirilen 'sütçü beygirleri' hemcinslerinin aksine, tayken kör karanlıkların sarhoşluğunda düğümlenmiş bir atın parlayacağı gün; yelesindeki örgülerin çözüleceği gündür.
Rusya’nın buzlu steplerinden Bişkek'in uçsuz ovalarına, Fırat'ın yemyeşil yakasından Anadolu'nun kıraç topraklarına kadar koşturup duran, incecik bileklerine tezat çelik gibi kaslarıyla kara, çamura bata çıka geceyi gündüze katan bir atın hürriyet günü; yelesindeki örgülerin çözülüp yönüne yatacağı gündür.
Ya rüzgârın inayetini bekleyip sabredecek, ya boynunu sağa sola sallamaktan usanmayıp çözecek ya da Yaradan'a sığınıp bir mucize bekleyecektir. Ama er ya da geç, efendisinin kör karanlıktan istifade edip tersine ördüğü yelesini, bir gün elbet çözecektir.
Mesele; bunun bir gece ansızın mı yoksa efendisi sırtındayken mi olacağıdır. Eğer atlar aslında örgülerini çözmek için ayakta uyuyorlarsa, bin yıldır her gece bunu beklediklerini bir gün hepimiz göreceğiz. Eğer her boyun sallamalarının örgülerini çözmek için yapıldığını fark etmiyorsak, o zaman başımıza gelecek olana razıyız demektir. Çünkü esasen atın beklediği gün; sırtında efendisinin olduğu gündür. Dörtnala yerden kesilmiş bacaklarla soluk soluğa uçarken, çözülen örgülerin ve tekrar kavuşulan hürriyetin parlatacağı atın ilk yapacağı; hızını kesmeden, çatlarcasına koşmaya devam etmektir. Önce gemini tükürüp atacak, sonra terlemiş sağrısının ve sırtının kayganlığında rüzgâra dayanamayan eyeri boşalacak, nihayet sahibi sırtından yuvarlanıp bütün kemikleri kırılırcasına toprağa savrulmuşken, çırılçıplak bir tay özgürlüğünde koşmak, koşmak, daha da koşmak olacaktır...
Deli taylar havaya bakarlar... Doru atlar havayı koklarlar. Gece durup göğe çevirirler gözlerini. Sayabildikleri kadar yıldız sayarlar. Karanlıktaki bulutlara ve arkalarında nazlı nazlı sürüklenen Ay'a bakarlar. Bir tay; hayatındaki her sabahın, kendisine koşulsuz sunulmuş bir armağan olduğunu bilir şafak sökerken. Kuşların nasıl da erkenden uyanıp ötüşmeye başladıklarını, karıncaların, böceklerin bitmek bilmez gidip gelmelerini görmek için, bir taya yumruk kadar kalbi yeter. Bu yüzden efendileri, onları kör karanlıklara hapsederler. Günlerce kapısını açmazlar. Göğü görmeyen, yıldızların parlaklığında nefeslenmeyen, söken şafağın kızıllığında ki ışıklar vücudunda gezinmeyen tay, bir avuç odasının karanlığında küser artık. Bütün bir insanlık el birliği ettik; yüzyıllardır küstürdük tayları. Onları tıktığımız karanlık odalarda, ellerimizi sağrılarında gezdirip yelelerini düğümledik. Tabiatın en hür yaratığına nal çaktık, gem vurduk, sırtına eyer sardık. Ve biz buna, onun adına 'sadakat' adını verdik. Sadık dostlarımız atlar...
İnsanoğlunun etrafındaki canlı cansız her şeyi ehlileştirmesi bir kıyımdır. Tabiata en büyük ihanetidir. Bin yıldır yaptığı; kendisinin de küçücük ve sadece bir hamam böceği kadar değerli olduğu yerkürede, bin bir türlü yöntem ve amaçla her şeyi kendisine köle etmesidir. Buna sadık dostlarımız atlar, vefalı dostlarımız köpekler, sevimli arkadaşlarımız kediler diye isim takmak ve bu kavramları nesilden nesile aktarıp olağanlaştırmak da, ancak 'insan türüne' has bir davranış olsa gerek.
Ağaç, orman, çiçek böcek demeden bütün bu dengenin orta yerinde her şeyi kendi yararına kullanan insanoğlunun elindeki güç; sözde aklıdır. Alet kullanabilmesiyle ve olaylarla sonuçlar arasında bağ kurabilmesiyle övünür. Aklın kendisine bahşedilmiş bir güç olması hasebiyle, kendisini kâinatın efendisi ilan eder. Dinler de insandan başka her şeyin, insana yarasın diye yaratıldığı palavrasını söyler. Bütün mitlerde, yaşam kaynağı insandır ve kalan canlılarsa köleler... Kültürlerin tamamında insan 'eşref-i mahlûk' yani, şerefli yaratılmış olandır. Kuşların göç yollarına turistik tesisler diken, yağmur ormanlarındaki bin bir türlü yaratığı toplayıp hayvanat bahçelerindeki kafeslerde teşhir eden, dişleri için filleri, kürkleri için tilkileri, eti, sütü, kas gücü için her türlü yaratılmışı kendi emrine alan, kullanan insan; 'eşref- mahlûk' oluyor.
Ve eşref-i mahlûk; buğu buğu bakan bir tayı alıp kör karanlıklarda beklettikten sonra, pis elleriyle örgülerini düğümlüyor, tırnaklarını demirliyor, eyerliyor ve kendi tutsaklığını, ona bahşedilmiş özgürlük ile örtüyor.
Hukukun, ahlakın, dinin ve vicdanın olmadığı dönemlerde, eline taşı sopayı alan haklı, kafası patlatılıp can verense haksızdı. Bu kadar kolay ve basit bir adalet dağıtımının üzerinden binlerce yılı geçirdik. İnsanlık dinle tanıştı. Bir yaratanın, Rab'ın varlığından haberdar olduk. Yazılı kurallar var ettik. Geleneklerimiz oluştu. Sözsüz töreler üzerine anlaştık. Bunları vicdanla harmanlayıp hukuku inşaa ettik. Ve bugün 20.yy.da; elli medeniyetin ellisinin de elinde silahlar, nükleer bombalar, şarlatanlıklar, sefalet ve ahlaksızlık var. Zavallı bir tayı alıp kör samanlığa kapatan eşref-i mahlûkun 'yaşam' algısı budur. Mağarada yaşamış taş (!) kafalı atalarımızdan bize miras kalan; örgülerini tersine örülüp kandırılmış bir tayın sırtına binmektir.
Doyumsuz ve hudut tanımaz insan türünün dönüp dolaşıp sırtına binmediği, tırnağına demir çakıp sürmediği tek tür vardı; kendisi... Fakat elbette elini çabuk tuttu, aklını çalıştırdı. Hile diye bir şey öğrendik bir yerlerden. Kandırmak, aldatmak, saptırmak, yanıltmak diye kavramlar ürettik. Saflığı ayıplamak ve kurnazlığı alkışlamak, başka hiçbir canlı türünde var olamamıştır. Hangi canlı topluluğun yaşamında; ' aldatmak' ihanet, vefasızlık ' gibi davranışlar vardır? Savunmasız bir tayın hürriyetine karanlık odalarda tecavüz eden insan, artık kendi hürriyetine de defalarca ve hunharca tecavüzü reva görüyor.
Sizin örgüleriniz ne zaman atıldı? Hayatınızın hangi kör karanlığında, içinizdeki tayın tertemiz asaletine gem vurdular? Hangi okuldaydınız nallarınız çakılırken? Hangi patron, ağzınıza ilk kez gem vurdu? Ve hangi sevdanızın sıkı sıkı düğümlediği eyerle koşturup duruyorsunuz? Siz her sabah saat 06.45 otobüsüne yetişmek için sıkı sıkı adımlarla durağa koştururken, örgüleriniz hangi yönde? Ofiste önünüze konan engelleri birer birer atlarken, mahmuzlarınıza kimler yüklenmiş? Yanı başınızdaki topraklarda çiğnenen çocuklar, iki adım ötenizde mermiyle, kurşunla susturulanlar, bir kap yemek için şafak atarken kendini sokağa atanların arasında, sizin nallarınız ne yöne koşturuluyor?
İnsanlık o derece uyanık, kurnaz ki; düşündüklerimizi ve yazdıklarımızı biz kelam etmeden evvel biliyor. Önlemlerini alıyor. Bir gün hürriyetine kavuşmayı, hem de efendisi sırtındayken bekleyen örgüsü ters düğümlenmiş taylar için, alçakça bir icat çıkarıyor. Çaktığı nallar, sıkıladığı eyer takımları, sivri mahmuzlar, kırbaçlar derken, güzelim tayın biçimli başına, bir de gözlük takıveriyor. Öyle ki; sadece önüne baksın, sağına soluna göz atamasın, kandırıldığı karanlık odanın ışıksızlığını, her daim gözünde canlandırsın diye.
Sizin at gözlüğünüzü kim taktı?