Asmayalım da Besleyelim Bari!..
Zamanın en kudretli devlet adamlarından(!) birinin yine tarihe geçen bir sözü vardı; “Asmayalım da besleyelim mi?” diye...
O günün şartlarına göre, devletin dibine dinamit koyanlara yönelik söylenmiş bir sözdü.
Anayasamızın ilgili maddesine göre, devletin dirliğini, düzenini bozmak, Anayasayı ortadan(!) kaldırmak, milleti bölmek gibi uzun uzun varsayımlara dayanan bir takım suçlar işledikleri öne sürülen o günlerdeki anarşist dediğimiz kişilerin yakalanıp da, asılmalarını haklı göstermek için söylenen bu söz, daha sonra söyleyen kişinin kimliğinden dolayı ülkemizde çok büyük yankılar da uyandırmıştı.
Gerçi, asılanların büyük çoğunluğu günün şartlarına göre, kendilerine atfedilen suçların büyük çoğunluğunu işlememişlerdi, ama failleri yakalanamayan bir çok suç da, üzerlerine yüklendiği için bir anda habbe, kubbeye dönüşmüştü!..
Darbe, kendi yasalarına göre işlermiş...
Günün koşullarında da aynen böyle oldu ve kimsenin o günlerde bunlara sesini çıkaracak cesareti de yoktu, doğal olarak.
Aşama aşama demokrasiye geçtiğimize inandığımız cennet yurdumuzda, artık bir takım eylemler sesli düşünceye ve ifadeye dönüşünce, bu olaylar da konuşulmaya başlanmıştı...
Kendinde cesaret bulan bir gazetecinin, günün kudretli adamına, yapılan asılmaların haklı olup olmadığını sorması üzerine;
“Asmasaydık da beslese miydik?” betimlemesi, tarihi bir döngüyü de ortaya koyuyordu aslında.
Şöyle bir geriye baktığımızda, Türkiye’nin nereden nereye geldiğini de görüyoruz.
Kimi yerde bir arpa boyu yol alamadığımızı, kimi yerde ise fersah fersah ilerlediğimizi anlıyoruz.
Demokrasinin “D”sinden “E”sine geçemeyişimizin sancıları halen aynı sızılarla sürerken, işlenen suçlara karşı, konular cezalarda bir hayli hafifletmelerin olduğu da dikkati çekiyor.
İdam cezasının kaldırılması, kimi suçlara hiç ceza verilmemesi, kimi suçlulara göre cezaların uygulanması, kimi suçsuzların bi-hak yere ceza yatması, kimi suçluların da işledikleri büyük büyük suçlara karşı, küçük küçük cezalarla kurtulması, ülkemizdeki adalet mekanizmasının da ne kadar “bu kantar doğru tartar” mantığından uzak işlediğinin de bir başka göstergesi oluyor.
Hal, böyle olunca da adalete olan inancın, güvenin ve sağduyunun da sarsılması, yaşadığımız bu ülke insanının, ezelden ebede kadar “yahu hep böyle mi kalacağız?” demesini de sağlıyor ne yazık ki!..
Adalet mekanizmasının içerisinde yer alan kanun adamlarının dahi mekanizmanın bir parçası olmalarına karşın, şüphe içerisinde oldukları işleyiş çarkından duydukları bedbinlik, bizlerin daha çok uzun süre sosyal adalet kavramından yoksun bir hayat süreceğimizin de bir işareti olarak görülebilinir tabii ki...
Geçenlerde okuduğum ve adaletle ilgili bir söz çok ilgimi çekmişti; “Adalet, ancak iki garibanın davalı ve davacı olduğu durumda gerçek uygulama alanına kavuşur!..” diyordu.
Daha fazla söze ne hacet ki. Demek ki durum ortada...
Gelelim asıl konuya...
Diyarbakır’da 6 kişinin ölümüne, 65 kişinin yaralanmasına ve binlerce liralık zarar ziyana malolan bir bombalama eylemi oldu, hepimizin gözü önünde...
Polisin hassas ve kıvrak bir şekilde çalışmasının akabinde, çok kısa sürede faili de yakalandı.
Aslında, burada küçük bir saptamada bulunup, polisin bu büyük başarısını önce kutlarken, geriye baktığımızda benzeri şekillerde ortadan kaldırılan Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve diğerlerinin faillerinin meçhuliyetinin de, acaba neden kaynaklandığını da sormadan geçmeyelim!..
Öyle ya, böylesine bir olayda 2-3 gün gibi kısa süreli bir zaman sürecinde eylemi yapan ve yataklık edenler bir bir ele geçirilirken, aradan geçen bu kadar uzun sürelere karşı, diğerlerinin yakalanamaması da, ister istemez akıllara bazı soru işaretlerini getiriyor?
“Biliniyor da, yakalanmak istenmiyor mu?” gibilerinden...
Elbette bunun da cevabını günün birinde doğru olarak, bu topluma verecek birileri çıkar!..
İnşallah...
Neyse diyerek, tekrar dönelim Diyarbakır olayına.
Erdal Polat denilen terörist, saptamalara göre Kandil’den kendisine verilen emir doğrultusunda, PKK’nın bu eylemi işlediğini söyledi.
Bu konuda kendisine yardım ve yataklık edenler de birer ikişer ele geçirildi.
Bununla birlikte, Dağlıca baskını olarak bilinen ve millet olarak hepimizin yüreğini yakan 12 askerimizin şehit edilmesi olayında Mardinli bir askerin yaptığı ve komutanı tarafından da “vatan hainliği” ile suçlanması, herkesin aklına bir kez daha “suçlular cezalarını çekmeden salınıyorlar” kanısını kuvvetlendirdi.
Her iki suçlunun da geçmişine baktığınızda, bir takım olaylardan dolayı yakalandığı, kendilerine isnat edilen suçlardan dolayı çok az bir ceza alarak serbest bırakıldığı ve son derece önemli bir suçlamaya karşın, takibinin yapılmadığı da ortaya çıkıyor. Ne acı...
Askerdeyken, savaşla ilgili derslerde bizlere öğretilen çok önemli bir konu vardı; “Türk askeri esir düşmez!..” diye.
Esaretin son derece alçaltıcı ve aşağılık bir durum olduğu vurgulanarak, ola ki bir savaş ortamında esir düşeceğini anladığın anda, yapacağın en önemli hareketin, ölümle noktalanacağın da altının çizildiği bir ince dersti bizlere verilen...
Yani, düşmanın eline sağ olarak geçmemekti asıl amaç. Bunun için de yapacağın hareket belliydi; ölmek...
Eh, tabii bunu kaç kişi yapabilir, son olayda bir kez daha gördük.
Eğer askerlikteki bir takım öğretiler değişmediyse -ki, hiç sanmıyorum- Türk askeri, düşmanın eline geçeceğine, ölmesini de bilmelidir.
Hele bu düşman PKK’ysa!..
Sonuçta, bu Erdal Polat’ın da, er Ramazan Yüce’nin de daha önce yaptığı bir takım suçlardan dolayı ya cezalandırılmamaları, ya da çok az bir ceza ile geçiştirilmeleri, hatta kimilerinin de birisinin adıyla anılan aftan yararlandırılarak, salıverilmeleri, bugün bizlerin kanlı gözyaşı dökmemize de yol açıyor.
Keşke, diyorum... Madem bunları böylesine cezalandırmıyorum, şimdi de benzeri uygulamaların söz konusu olduğunu varsayarsak, acaba “devlet üstün hizmet madalyası(!)” ile ödüllendirsek yeri midir?
Neredeyse bir o kaldı çünkü!...
Madem, bu kadar büyük suç işleyenleri asamıyor da besliyorsak, bir de madalya ile ödüllendirelim!..
Yakında bunu da görürsek şaşmayalım!...