Arz-ı Hal..
Arz-ı hal etmeğe cana seni tenha bulamam
Seni tenha bulacak kendimi asla bulamam...
Bütün hakaretimle birlikte ben neyim? Bunca acz, bunca zaaf, bunca fukaralık, bunca zavallılık... Etimle kemiğimle, kanımla iliğimle , sesimle nefesimle, kalbimle ve aklımla ben neyim? Niçin bunca zelil, hakir ve kıymetsiz bir zerreyim? Niçin bunca aşağıların aşağısındayken göklerin hamilesiyim? Niçin semanın ve arzın sahibi “halifem” diye nida buyurur da muhatap alır beni? Budur benim ezeli müşkilim! Budur benim ebedi çelişkim. Şu küçük tenceremde ne çok fokurtu var. İçimin kuytularında ne çok arzu, ne çok emel oynaşır. Yüreğimin dağlarında nice kuzgun rüzgar, nice deli boran dolaşır. Eteğinde ah neçe seyyah, neçe abdal , neçe mürşit eyleşir.
Öyleyken niyedir gövdemdeki hayvan kudurunca mecalsiz kalışım? Niyedir an be an, vakit ve vakit halden hale varışım? Kimileyin körpe baharda karakış, kimileyin kızıl yazda tomurcuk açışım. Ruhumun reyhanı daim ağulanır. Yasak meyvenin kekre tadı kamaşır damağımda daim. Vay ki yenik düşerim bedenime.
Ben ki tüm zıtları cem ederim sinemde:
Kimi minare başında şakırım, kimi inlerim kuyu dibinde.
Kah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi
Kah inerim yeryüzüne seyreder alem beni
“İnsanım, insanım, insanım: Bir zerreden yayıldı şanım, ben ki iki cihana sığmadım.”
Vakt olur bir noktada kainatı seyrederim, vakt olur bir noktada ruhumu boğar gaslederim .
Vakt olur denizlerin tuzunu damıtır, nehirlerin çamurunu aratırım da durultamam gönlümün buruk dağdağasını.
Yurum yıkarım dünyanın cümle kazuratını da bir tek kalbimin libası paklanmaz. Ah, parmaklarımın selsebil, dudaklarım kaynak olur sular da kızgın çölleri, kursağıma bir damla su bırakmaz.
Gayr olanlar bayındırlar da benim yongalarımdan, içimin köhne viranesinde bir tuğla olsun mamur olmaz.
Yusuf’u kuyuya atmışlar idi terk kastına. Etmiş idi o da “esma talimi”.
Ol talim ki vardırdı onu bir garip kervan ile köle pazarına.
Köle pazarında satılmak 3-5 kuruşa, tahammül ile donanmak, sabır ile mayalanmak zindanda, vesile idi Mısır mülküne vezir olmağa.
Amma ki muğlak ruya tabir oluna.
Ben ki taşırım içimde daim yılanlı çıyanlı bir kuyu.
Fakat tutup da salan olmaz kardeşlerimden beni dibine.
Meğer ki kardeşlerim beni kıskanmaz, meğer ki geride gözü yaşlı bir pederim bulunmaz.
Demek ki bende Yusuf’luk istidadı yoktur; kuyum anda çağıracak demek ki.
Bir garip kervan alıp ta beni yola koyulmaz. Cevherim ki kararmıştır, köleliğe layık bulunmaz.
Mintanım ön cihetten yırtıktır benim. Bir tutam Züleyha zülfüne satmışlığım vardır cümle cihanı.
Ruyalarım kabus, uykularım cinnettir benim. Hiçbir tabir derununa ulaşmaz.
Üç karanlık içindeyim. Civarım fırdolayı gece.
Efkarımdan gayrı karım yok. Balık beni sahil-i selamete kusar mı, bilmem. Pus içindeyim: Sisleri emerek besleniyorum: Ölümüne körüm. Gerçekten hiçbir şey bilmiyorum.
Evet, “Bu sonsuz mekanların ezeli sessizliği içimi ürpertiyle dolduruyor.” Evet, kainatın sinesinde “......yalnızca bir kamışım, en naif kamış. Düşünen bir kamış. Öyleyse tüm izzet ve şerefim, düşünmededir. Ulviyetim işte bu esasa dayanmalı. Bir hiç mesabesindeki varlığımın doldurmaya yetmeyeceği zaman ve mekana değil.”
Evet, Allahım! “İnsanı sadece ve sadece kendin için yarattığından, yüreğim avuçlarında sükun bulana dek huzursuzluklarla çalkalanıp duracaktır.”