Devasa uzunlukta vincin gövdesi ve metrelerce yükseklikte
en üst noktasından yatay uzanan diğer eklemli kolu
soğuk akşamı yadırgamayan ve yerin altından ağır hareketlerle
çıkan dev bir sarı örümceğin bacağı gibiydi. Yerin altında saklanan
o örümcekler gibi, güçlü olmasına rağmen, aslında böyle
bir şey yok dercesine dikkatli bakmayanların göremeyecekleri
şekilde ilerliyordu. Dikey en ucunda yanıp sönen kırmızı ışık
vardı. Ağırlaştırılmış bir sahnenin ya çekimi vardı ya da soğuk
ve karlı akşamın aramızdaki boşlukta ışığı dondurmaya yakın
gücüyle ağır ilerliyordu yanıp sönen lamba. Dakikalarca beklememe
rağmen diğer eklem bacaklarını dışarı çıkarmadı vinç
imiş gibi duran örümcek.
Her şey kendi umarsız telaşında. Gökyüzüne bakmayı
unutan insanlar sıcak restoranlara, kafelere doluşmuşlar. Sırtımı
verdiğim kahverengi ve anılarıyla dolu soğuk duvar ile birkaç
satır arıyoruz. O belki beni de -ki belki değil- gece boyu sürecek
kar yağışının içinde bir kar tanesi gibi yazacak. Bir kar
tanesi düştü yüzüme, yazdım onu da, diyecek. Dakikalarca asılı
duran bu kar tanesi veya o çok sevdiğim sokak itlerinin göz
çukurlarındaki tüylerde donmuş parçalar zannedecek. İnsanların
bakmadığı ne varsa, onlardan biri gibi veya bir şey gibi yazacak
beni kahverengi pütürlü soğuk satırları arasına. Sırtımı
duvara verdiğim zaman.
Buharlı lokomotifleri özlediğimi hatırlatan dizel motorlu
trenin iç yaran sesini duymama rağmen onu da sevmeye başladım.
Duvar, dev örümcek, Ankara lunaparkı, tren sesleri gidenler
ve üşüyenler ve sokak itleri... Ankara'nın en üşüyen ye62
rinde görünmez bir zikir eyliyoruz. Beklemeyi unutturan ne
varsa, giden ne varsa, kendine bir gidiş. Sonra ansızsın kar
yağmaya başlıyor. Ve devasa yükseklikte yanıp sönen kırmızı
ışıklı, soğuk kahverengi duvarlı, anı toplamalı, huzurlu gece.
Huzurlu bir gidiş olduğum yerde.