content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

21 Şub

Altın Kemer

“Nine ne var o bohçalarda, yıllardır gözün gibi sakladın.”, “Çok şey var kuzum, çok şey. Ahir ömrüm geldi çattı, bunu sana emanet etmek istiyorum kıymetini ancak sen anlarsın.”

Dantelli beyaz örtüsünü kaldırdıktan sonra üstü yuvarlak kapağını açıp duvara yasladığında odaya naftalin kokusu yayıldı. Yeşil boyalı çeyiz sandığının önüne oturan ninemin sağ tarafında bağdaş kurarak, sihirli sandıktan çıkanları seyrediyordum. Kimi kanaviçe işli, kimi siyah kadifeye gümüş simden gül motifi işli, kimisi de yama işi denilen renkli kumaşların dikilmesinden meydana gelmişti. Üst üste muntazam yerleştirilmiş bohçaları yeni doğmuş bebeği kucağına alır gibi olanca dikkat ve şefkatiyle sandıktan çıkararak önce dizinde açıyor içindekilerini bana gösterip hikâyesini anlatıyor, sonrada tekrar bohçayı kapatarak diğer yanına koyuyordu. Her biri antika olan bu sanat eseri el işlerini sarmalayan bohçaların içindekilerini gördükçe heyecanıma yenik düşüp çığlık atıyordum. Sarı simle işlenmiş uçları püsküllü peşkiri gördüğümde büyülendim: “Bu güvey peşkiridir kızım. Nişanlandıktan sonra kendi ellerimle işlemiştim. Kullanmaya kıyamadım bak senin çeyizine nasip oldu.” diyerek saçımı okşadı. Sandığın dibindeki sararmış patiska bohçayı çıkardığında derin iç çekerek: “ Bunu içinde neler saklıdır evladım. Bir bilsen.” dediğinde gizemli bir merak sardı beni.

Sararmış patiska bohçayı yere koyup: “Elimden tut beni kaldır yerime götür kuzum. Keşke bu ihtiyarlık olmasaydı...” dediğinde sarılıp öptüm ninemi.

Arkası yastıklı divana karşılıklı oturduğumuzda ninem aramıza koyduğu sararmış bohçayı yavaşça açıp içindeki torbanın ağız büzgüsünü çözdü. Ağzım açık kalmış, gözlerim manzara karşısında kocaman olmuştu. “Nine bu muhteşem bir şey.” dediğimde hüzün yüklü sesiyle: “Çok acı hikâyesi var kuzum. Buna bakmak bile benim kahrolmama yetiyor.”

Ninemin içli sesi dudağından süzülürken sözlerini bölmeden merakla dinlemeğe koyuldum.

“Ahh o günler… Rahmetli dedem ve babam Bahçesaray da hatırı sayılır kuyumculardı. Annem ise ilkokul öğretmeniydi. Şehrimiz gerek tabiatıyla gerek mimarisiyle güzel bir yerdi. Halkın çoğu Müslüman Türklerden oluşuyordu. Dilimizi konuşuyor, orucumuzu tutup namazımızı kılabiliyor, bayramlarımızı gönlümüzce kutluyorduk. Yaşamımız güzel günler arasında sürüp giderken, o zulümlerin yapılacağını kimse tahmin etmemişti.”

Ninem, gözlükleri altından süzülen iki damla yaşı tülbendinin ucuyla silerken, gözleri donuklaşmış nereye baktığı belli olmayan bir sonsuzluğa dalıp gitmişti. Başımı omuzuna yasladığımda saçlarımı okşayıp, kederden titreyen sesiyle anlatmaya devam etti.

“Çok zor zamanlardı kuzum. İkinci dünya savaşı insan kıyımı yapıyor, ocakları söndürüyordu. Biz Tatar Türkleri de bu katliamda bilinçli olarak yok ediliyorduk. Halk arasında yayılan haberler ve yapılan haksızlıklar her gün biraz daha şiddetini arttırıyordu. Stalin’in baskıcı politikası sanki Türkler ve Müslümanlar üzerine kurulmuştu.

Bize uyguladıkları zulümler inançlarımızla başlamıştı, Türkçe konuşmak yasak, namaz kılmak yasak, oruç tutmak yasak. Kuran okumak yasak ve çocukları sünnet etmek yasaktı. Hatta evlerdeki erkek çocukları deftere kaydettikten sonra ara ara gelip çirkin bir şekilde kontrol ediyorlardı. Bir keresinde mahallenin çocuklarını sokakta sıraya dizerek iç çamaşırlarını aşağı indirmiş, elindeki çubukla dokunarak kontrol etmişlerdi. Kardeşim Giray bunu içine sindirememiş çocuk olmasına rağmen soldatı tekmelemişti. Karşılığında yediği dayaktan ağzı burnu kanamıştı. Babam durumu öğrenince karakola gitmiş, bir şey yapamadığı gibi, morali bozulmuş bir halde geri dönmüştü. Ne adalet ne insanlık kalmıştı. Bu olaydan sonra bizi iyice gözetime almışlardı.

Evlere girip yaptıkları aramaların haddi hesabı kalmamıştı. Neyin peşinde olduklarını bilip, tedbirli yaşamaya çalışsak da, bizi kamplara sürmek için bahane arıyorlardı. Camiler ibadete kapatılıyor, atlara barınak ve samanlık yapılıyordu. Bu yetmiyormuş gibi evlere baskınlar yapıyor her yeri didik didik ediyorlardı. Annem yine böyle bir zamanda karşı koymuş, soldatlar[1] tarafından bayılıncaya kadar dövülmüştü. Annemi korumak için kendisini siper eden babaanneme de tüfeğin dipçiği ile göğsüne vurarak bayıltmışlardı. Giray yapılanları görünce koşup babama ve dedeme haber vermiş ortalık karışmıştı. O gün mahalle ayağa kalkmış, soldatlara taşla sopayla saldırmıştı. Onlar da bu ayaklanmaya silahla karşılık vermişlerdi. Birkaç kişi yaralanmış, sokağımız kana bulanmıştı.

Rahmetli dedeme deli Nihat derlerdi, gözü pek, imanlı, cevval bir adamdı. İnce uzun boyu, çekik gözleri, başındaki kalpağıyla tam bir Türk oğluydu. Çıkan isyanda bir soldat yaralanıp yere düşmüştü. Dedem, yerde baygın yatan annemin ve babaannemin yanından yavaşça kalkarak yaralı soldatın yanına yürüdü. Etrafında süren kavgaya baktı göz ucuyla ellerindeki silahla sağa sola ateş edip kan akıtanlara ancak taşla sopayla cevap verildiğini görünce. Kimseyi umursamadan eğildi soldatın silahını ve kurşunlarını aldı. Her hangi bir siper edinmeden sol dizini yere koydu, Sağ dizine dirseğini dayayıp aldığı her nişanda bir Soldat yere düşüyordu.

Komşumuz Musa ağanın, ‘Nihat bey Namertlerr!..’ feryadıyla bütün başlar o tarafa çevrilmişti. Çocuk çevikliği ile yerde yatan annemin ve babaannemin yanından kalkarak dedemin yanına koşmuştum. Herkesin kolları yanlarına düşmüş ve sanki susmuştu Bahçeşehir. Hiç kimseden ses çıkmıyor herkes olduğu yerde donup kalmıştı.

Kökünden sökülen çınar gibi boylu boyunca yerde yatıyordu dedem, başından kara kalpağı düşmüş beyaz saçları dağılmıştı, göğsünden sızan kan sokağa akıyordu. ‘Dedemmm.’ Diyerek boynuna sarıldım, gözyaşlarım sel olmuş akıyordu. Etrafına toplanan insanlar keder içindeydi. Başucunda oturan can dostuna; “Musa, evlatlarım önce Allah’ a sonra sana emanet. Sen bana kardeş gibi yakınsın onları yalnız bırakma.” diyerek kelimeyi tevhidini getirdiğinde kenarda duran soldat ileri atılarak elindeki silahı dedemin alnına dayayıp; “Allah yoktur Stalin yoldaş vardır diyeceksin yoksa tek kurşunla öldürürüm seni.” diyerek tehdit ettiğinde dedem şehadetini olanca gücüyle yenilerken son kelimesi silah sesinde kayboldu.

Babam, Musa dede ve herkes yerinde kalakalmıştı. Sessiz sessiz iç çekişler annemim kendisine gelip durumu anlamasıyla bozulmuş feryat figan Bahçesaray’ı sarmıştı.

Karakoldan gelen askerler etrafı sarmış, İnsanı ürküten çirkin GMS[2] kamyonlar ortalığı toz dumana bulamıştı. Orada olan herkesi kamyonlara doldurup karakola götürürken, evlere de girip ne var ne yok kırıp döküyorlardı. Günlerce süren karakol işkenceleri insanları mahvetmişti. Çoğu tutuklanarak Sibirya’daki kamplara gönderilmişti. Arkada kalan aileleri ise perişan durumdaydı. Sürgüne gidenler arasında bizim aileden kimse yoktu, belki de dedemi öldürmeleri yetmişti onlara.”

Biraz duraklayan ninem pencerenin perdesini aralayarak, derin derin nefes alarak bir müddet ıslak gözleriyle dışarıyı seyretti. Bana dönerek “ağlama kuzum.” diyerek yüzümü okşayıp anlatmaya devam etti.

“Geçim sıkıntısı yanında, verdikleri eziyetlerden dolayı her geçen gün yaşamımız biraz daha zor hele geliyordu. Bizim maddi durumumuz diğer kardeşlerimize nazaran daha iyiydi. Şehrin tek kuyumcusu olan babamın dükkânına Rus komutanlar eşleriyle sık sık gelir altın gümüş gibi mücevherler alırlardı. Elde edilen gelirle elimizden geldiği kadar ihtiyacı olan Türklere saklı yardım yapsak da yeterli olmuyordu. Hele de o soğuk karlı tipili kış günlerinde çaresizliğimiz iyice artıyordu. Sürgün olanların arkasında kalan boynu bükük çocuklar, mahzun gelinler, gözü yaşlı analar ise yürek yakıyordu.

Bir akşam babamın anneme; “Çiçek durum iyiye gitmiyor, milletin ağzında dolanıp duran sözler var, biz Türkleri ya sürgün edeceklermiş ya da Sibirya’da ölüm kamplarında öldüreceklermiş. Nedeni ise yanlarında savaşa girmek istemediğimizmiş. Tedarikli olmalıyız akşamları biraz dükkânda çalışıp saklı tuttuğum altınların hal çaresine bakayım meraklanma olur mu?” sözüne annem başını sallayarak evet yanıtını vermişti.

***

Akşamları fersiz ışık altında radyodan bol bol Stalin’i öven haber programlarını dinlerdik. Gözümüzün önünde olanlar ve duyduklarımız sanki yalandı, sanki başka yerlerde yaşanıyordu. O adilmiş, o en büyükmüş gibi daha birçok iltifatlar dizilirdi ardarda. Biz ise adını duyunca bile korkumuzdan iç titretirdik.

***

“Aradan iki yıl geçmişti bizler mücadele için birleşmiş, yarınlarımızın özgürlüğü için savaşıyorduk. Sevinçliydik, ümitliydik.        Büyüklerimiz aralarında ki konuşmalarda Türkiye’nin Almanların yanında savaşmanızı önerdiğini anlatıyorlardı. ‘Türkiye bizim ikinci vatanımız elbette bizim için doğru olanı ister.’ diye son sözlerini söylüyorlardı.

Mutlu olduğumuz kadar kendimizi de güçlü hissediyorduk büyük devletimiz bize yol göstermişti. Bizde Almanlarla birlik olup, yıllarca zulmünü gördüğümüz Ruslara karşı savaşmıştık. Edilen vaatlerde ve verilen sözlerde ise Almanlar yenecek, Ruslar çekilecek, Kırım özgür kalacaktı.

Maalesef öyle olmadı kuzucuğum. Vatansız kalan sekiz bin kişilik bizler, Almanların savaşı kaybedip geri çekilmesiyle yurtsuz, yuvasız, vatansız kaldık. Oradan oraya savrulduk durduk.

Sonunda bizi Drauburg denilen bölgeye yerleştirdiler. İklim olarak biraz bizim oralara benziyordu, yerli halk da iyiydi zaman zaman bize yardımlar yapıyorlardı. Binlerce kişinin yaşayacağı bu kampın girişine Mavi bayrağımızı da dikmiştik. Derme çatma barakalarda yaşamaya çalışırken ümidimiz Türkiye’deki kardeşlerimizdi. Naçar kalmıştık, fırsat buldukça Türkiye’ye mektuplar yazıp durumumuzu anlatarak el uzatmalarını bekliyorduk.

Birkaç hafta sonra Rusya’ya iade edileceğimiz haberi yayıldı kampın içinde. Bunu duyunca çılgına dönmüştük. Olacakları biliyorduk hepimiz, ölüm den çok yapılacak işkencelerden korkuyorduk. Bize azap yoluydu bu gidiş. Ölümün şahdamarı kadar bize yakın olduğu o anlarda bile çare ararken, onların da nakil hazırlıkları sürüyordu.”

***

“Askerlerin ‘Çabuk toparlanın meydana yürüyün.’ sözleriyle şafakta bir kargaşa yaşanıyordu. Bağıranlar, ağlayanlar ve nehre doğru koşanlar arasında bizde vardık ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Annem benim, babaannem de kardeşim Giray’ın elinden tutmuştu. Babam da bizden bir kaç adım önde yürüyordu. Yeşile çalan rengiyle deli akan Drau nehrinin üstündeki taş köprü ölümün kapısı olmuştu.

Köprünün ortasına yaklaştığımda, gözümüzün önünde binlerce kişi ‘Lâ ilâhe illallah, ölürüz de esir olmayız.’ diyerek ilkbaharla birlikte iyice coşan Drau nehrinin buz gibi suyuna ardarda atlıyordu. El ele tutuşan aileler, kucaklarında ağlayan bebekler, yürümekte zorlanan hastalar, canından bezmiş erkekler, boyundan kopan boncuk taneleri gibi nehrin buzlu sularına dökülüp, çırpınıyor çırpınıyor sonrada kayboluyordu. Arkalarında çığlıklar, feryatlar ve suyun üstünde yüzen kalpaklar başörtüler kalıyordu. Nehrin suyu insan çırpınışlarıyla sanki iyice coşuyor coşuyordu. Ölümlerden ölüm beğenme vaktiydi.

Bir taraftan babam bir taraftan annem ve babaannem toplu intiharlara engel olmak için yalvarırcasına, ‘Yapmayın cana kıymak günahtır.’ diyen haykırışlarını kimse duymuyor, yüzlerce kişi kendisini nehrin buz gibi akan sularına bırakıyordu. Annem yaşananlara dayanamamış dehşetin ortasında yere yığılmıştı.

Ortalık aydınlanırken etrafımızı İngiliz askerleri sarmış, halkı nehirden uzaklaştırmıştı. Biz iki kardeş babaannemin elinden sıkıca tutmuş şaşkınlıkla olanları seyrediyorduk. Babam da annemin koluna girerek yürütebiliyordu. Dönüp arkamıza baktığımızda insanların nasıl perişan ve bitkin olduğunu görmüştüm. İlkbahar olmasına rağmen, gökyüzü gri, hava ise kış gibi soğuktu, yağan yağmurun her damlası ise içimizi üşütüyordu.

Ertesi gün yapılan sayımda üç bin e yakın masum Türk’ ün Drau nehrinde akıp gittiğini ortaya koymuştu.”

Hıçkırıkları boğazında düğümlenip, nefesi sıklaşınca hemen bir bardak su getirdim. O suyunu yudumlarken uzanıp başımı dizine koydum. Saçlarımı okşarken eliyle dizini ıslatan gözyaşlarımı siliyordu. Sessiz geçen birkaç dakikanın ardından anlatmaya devam etti.

“Yaşananlar olacaklara engel olamamıştı kuzum. Yerli halkın acıyan bakışları arasında bizleri kamyonlara doldurup istasyona getirdiler. Titizlikle evrakları tamamlayan İngilizler bizi Rus askerlerine teslim ettiler.

Sıra sıra dizilmiş demir yığını istasyona yanaştığında içime bir ateş düştü. Hayvanların taşındığı bu vagonlar insan yüreğini delip geçiyordu. Düdüğün çığlık çığlığa bağırdığı anda lokomotiften çıkan buhar, burnundan soluyan vahşi boğalara benziyordu.

Yanımıza aldığımız birkaç parçadan oluşan eşyamız ve bulabildiğimiz yiyeceklerle sıraya dizilip, yağan yağmur altında askerlerin silah ve dipçik darbeleriyle vagonlara tepiliyorduk.

Çocuk, kadın, erkek demeden hayvan taşıma vagonlarına yüzlerce kişi tıka basa doldurulmuştu. Nefes almaları için aralık bırakılan kapıları arkadan demir kollarla kilitlemişlerdi. Bırakılan aralıktan bir insanın yüzünün ancak yarısı görülebiliyordu. Üstelik mühürlenmiş kapıları ikmal haricinde kimsenin açma yetkisi yoktu.

Tren düdüğünü çalıp hareket ettiğinde vagondaki insanların üzerine ölümün ağırlığı çökmüş, herkes olduğu yerde yığılıp kalmıştı bundan sonraki olacakları bildiğinden sessizliğe gömülüp gidiyordu.

Ailece bir vagonda olabilmek için babam epeyce mücadele vermiş, sonuçta da başarmıştı. Vagonun ortasında büyük bir fıçı su yanında da tas vardı. Köşelerden de tuvalet ihtiyacı için delik açmışlardı. Ara sırada kapı aralığından önümüze ekmek atıyorlardı. Tren ağır aksak yol alırken zaman kavramını çoktan yitirmiştik. Öğleye doğru babaannemin yerde kımıldamadan yattığını annem fark ettiğinde gözyaşlarına boğulmuştuk. Babam sessiz sessiz ağlarken ‘Kurtuldun anacığım hakkını helal et.’ diye ağlayışı herkesi yasa boğmuştu. Türkçe konuşmamız yasak olduğundan babam defin için Rus askeriyle Rusça konuşmuş, ilk istasyonda gerekeni yapacaklarını söylemişlerdi.

Yola çıkan bu vagonlar dolusu insanlar onlara göre vatan hainiydi. Rusya’ya karşı savaşarak Almanya’ya sığınan Mavi Alay artık esirdi. Yapılan antlaşmayla devletlerine yani Rusya’ya teslimi Türkiye üzerinden olacağı doğrultusundaydı. Günlerdir yol aldığımız yabancı topraklardan çıkmamıştık. Durduğumuz istasyonda nöbetçiler kapıyı açıp babaannemin cenazesini sürüklercesine alıp yere attıklarında, meyil olan zeminden babaannemin cesedi aşağıya doğru yuvarlandı. Başından başörtüsü sıyrılmış kınalı saçları taşlara çalılara ilişmişti. O kınalı saçların savruluşu hala gözlerimin önünde kuzum.   Babamın, annemin ve oradakilerin bütün çabalarına rağmen defin yapma izni vermediler hemen kapıları kapatıp arkasından demir sürgüleri geçirdiler. Tren hareket ederken babam kapının aralığından yerde yatan annesine son kez baktığında gözyaşlarında boğulmuştu.

Trenin gürültüsüne dayanamayan bebeklerin ağlamaları durmak bilmiyordu. Tükenen ümitler, yaşananların yılgınlığı, acıların dinmemesi susturmuştu insanları.

Babam bizi köşeye çekip sessizce ‘Akıbetimiz ne olacak belli değil, Bahçesaray’da günlerce uğraşıp yaptığım belbev[3] belimde, üzerini deriyle kapladım. Aralarında da kıymetli taşlar var. Hep beraber kurtulursak geleceğimizi kurarız aksi şeyler olursa da mutlaka belimden alın.’ Dediğinde annem boynuna sarılıp ağlamıştı. O günden sonra hepimizin üzerine keder çökmüştü herkes kendi içinden düşünerek geleceğin ne olacağına cevaplar arıyordu.”

“Belbev ne demek nineciğim”,”Kemer ya da kuşak demek kuzum”

Ninem derin bir iç çektikten sonra duvardaki saate bakıp “Ezan okunmak üzere abdest alayım namazdan sonra devam ederiz olur mu kuzum.”, ” Olur nineciğim ben de sana çay demliyeyim hem içer hem devam ederiz” diyerek ikimizde yerimizden kalktık.

***

Mutfakta, çay bardaklarını şekerlik ve kek tabaklarını tepsiye yerleştirip odaya getirdim. Ninem namazını bitirdiğinde divana oturup aramıza hazırladığım tepsiyi koydum. Çayımızı yudumlayıp kekimizden bir lokma aldık. “Eline sağlık kuzum çok güzel olmuş üstelikte acıkmışım ne iyi oldu.” diyerek önce başındaki etrafı mavi boncukla oyalı beyaz tülbendini omuzuna indirip ağarmış saçlarını düzeltti sonrada tekrar kaşlarının hizasına kadar başına örterek bana dönüp anlatmaya başladı.

“Günlerce süren yolculukta yıkanma şansımız olmamıştı. Kötü kokular çoğaldığı gibi bitlenmiştik de. Yetersiz verilen ekmek ve su zayıflamamıza ve direncimizi yitirmemize sebep olmuştu. Artan hastalıklardan yedi yaşında olan kardeşimde nasibini alarak ateşler içinde yanıyordu. Vagonun tahta zeminine uzatmış, etrafına oturmuş çaresizce gözyaşı döküyorduk. Babam durumu Rus soldatlara söyleyip yardım istediğinde aldırmamış, üstelik de alay etmişlerdi. Tutumları babamın gücüne gitmiş üzerlerine yürümek istemişti ancak karnına aldığı dipçik darbeleriyle yere yığılmıştı. Oradakilerin araya girmesiyle soldatlar vurmaktan vaz geçmişti. Yerde kıvranan babama annem yardım etmeye çalışırken, vagonda tanıdığımız Ölker adlı bir hanım cebinde sakladığı ilacı kardeşime içirmişti. Birkaç saat inlemeden uyumuştu Giray.

Durduğumuz istasyonda uzun süren koşuşturmalarından sonra tren hareket etmişti. Aradan ne kadar zaman geçtiğini şimdi hatırlamıyorum ‘Anne uzaktan gelen sesi duyuyor musun?’ dediğimde annem kapı aralığından sesi dinlemesiyle heyecanla ‘Ezan sesi bu, ezan okunuyor. Neredeyiz biz? ‘ diyerek şaşkın şaşkın babamın ve insanların yüzüne bakıyordu. Herkes susmuş dışardan vagonun içine sızan ezan sesini dinliyordu. ‘Bu günü de gördük ya çok şükür.’ dedi içlerinden birisi. Nerede olduğumuzu anlamak için birbirimizin yüzüne bakıp bir cevap arıyorduk. Vagonun kapısının aralığından dışarıyı seyredenlerden biri, ‘Burası Türkiye, Kardaşlar ikinci vatanımızdayız.’ diye sevinçle yanındakine sarılmıştı. O an kaybolan ümitlerimize yeniden kavuşmuştuk. Vagonun içi mutluluk çığlıklarıyla dolmuştu. Aralıktan dışarıya baktığımda uzaktan gördüğüm dört minareli büyük cami beni büyülemişti.

Saatler ve günler geçtikçe ümitlerimiz yeniden yok oluyordu. Trene refakat eden Türk askerlerinin bize olan merhametleri ve konuşmaları durumumuzu ortaya koyuyordu. İnanmak istemiyorduk Türk kardeşlerimiz bizi onlara teslim etmez bir hal çaresine bakar diye düşünüyorduk.

Anadolu’yu baştan diğer başa geçiyorduk. Edirne’den Kars’a ikinci vatanımızın bağrından akıp gidiyorduk. İlkbaharın tüm güzelliğini göğsünde sergileyen Türkiye bize anlatılan cenneti andırıyordu. Bazen bir nehir kenarından, bazen yem yeşil ağaçlarla dolu ormanlık bir bölgeden, bazen göz alabildiğine çiçeklerin süslediği düzlükten geçiyorduk. Hele o köylerin, kasabaların, şehirlerin içinden geçerken gördüğümüz beyaz minareler, bizim gibi giyinmiş insanlar, evlerimize benzeyen evler bizi heyecanlandırıyor, yurdumuza gelmiş gibi mutlu ediyordu.

Giray biraz toparlanmıştı. Türk komutanlar ilaç ve yiyecek vermişti bize. Babam Ahmet yüzbaşıyla fırsat buldukça kısa kısa sohbet ediyor durumumuzu anlatıyordu. Yüzbaşının gözündeki merhameti küçük yaşıma rağmen görmüştüm. İkmal duraklarında ceplerine doldurduğu şekerleri çocuklara dağıtıyordu. Ekmek, su yanında kendi kazancından alıp bize dağıttığı yuvarlak teneke kutulardaki tahin helvanın tadını bu güne kadar unutmadım.

Bir sabah ara istasyonda babam; ‘Yüzbaşım bir an görmezden gelin bizi kaçalım ve siz bizi vurun, vurun ki öz yurdumuzda ölelim kanımız sizin ayaklarınız altında olsun, bizi onlara vermeyin.’ dediğinde Ahmet Amcanın gözlerinden akan yaşlar yüzünden süzülmüş yakasını ıslatmıştı. Sonra da çaresizce başını yere eğdiğinde omuzları çökmüştü. İnsanların arasından geçip vagonun kapısının yanında duran Yüzbaşı Ahmet’in yanına giderek; ‘Sen ağlama Ahmet Amca olur mu?’ dediğimde dizleri üstüne çöktü beni bağrına bastı, göğsünün titrediğini, zor yutkunduğunu hissediyordum. Yüzümü avuçlarının arasına alarak gözlerime uzun uzun baktı, sonra tekrar bağrına bastığında sessizce, ‘Masum çocuk senin ne suçun var.’ dediğini duymuştum.”

“Nineciğim çaylarımız buz gibi oldu değiştireyim istersen.” Diyerek bardaklardaki soğuk çayı değiştirme bahanesiyle mutfağa gidip gözlerimde saklamayı başarmadığım yaşları bırakıverdim.

Biraz oyalanarak yeni doldurduğum sıcak çaylarla ninemin yanına döndüm. Hiçbir şey demeden kaldığı yerden devam etti.

***

“Gecenin bir yarısı durduğumuz istasyon binasının kapısı üstünde ERZURUM yazısını görmüştüm. İlk kez adını duyduğum bu yere sanki ilkbahar gelmemişti. Kış soğuğu gibiydi. Tren istasyonda durduğunda kapıyı sonuna kadar açtılar içeriye temiz havayla birlikte ayaz da dolmuştu nefesimizin ısıttığı vagon bir anda buz gibi olmuştu. Yarı uykulu gözlerle ay ışığının ve fersiz sokak lambaların aydınlattığı büyük taş binayı gördüğümüzde, birkaç kişinin kaçmak için yeltenmiş olduğunu, birbirine karışan düdük sesleri, bağrışma ve koşuşturmalardan anlıyorduk. Birkaç saatlik gecikmeden sonra trenin gıcırdayan tekerlek sesleriyle tekrar hareket ettik. Başlarımızı bir birimizin üzerine koyarak vagonun tabanında uyuduğumuz uykumuzdan uyandığımızda güneş doğmuş ve biz başka bir şehre gelmiştik.

Babam yerden doğrulmuş, sırtını vagona yaslamış öylece boşluğa bakıyordu. Ben de başımı dizine koydum, kirden ve taranmamaktan keçe gibi olan saçlarımı incitmeden okşuyordu.

Tren düdüğünü çalıp istasyonda durduğunda herkes suskundu ölümün külü elenmişti sanki üzerimize. Yüzbaşı kapıyı aralayıp askerlerin yiyecek dağıtmasını sağladı, sonrada su varilimizi doldurdular. Türk Askerleri bizle göz göze gelmemek için çaba sarf ediyordu. Üzgündü herkes. Babam ‘Neredeyiz Yüzbaşım.’ dedi. ‘Kars istasyonundayız. Çok az yolumuz kaldı.’ der demez aceleyle diğer vagona doğru yöneldi. Babam arkasından bakarak, ‘Üzülme Ahmet kardeşim, üzülme yüzbaşım.’ dedi kısık ses

Vagonun kapılarını yarıya yakın açık koydurmuştu Ahmet Yüzbaşı. Böylece etrafı daha iyi görebilecek biraz nefes alabilecektik. İstasyonda bekleyenler bize yiyecek veriyorlardı, Kimi sırtından çıkardığı yeleğini başındaki başörtüsünü vagonun kapısından içeri atıyordu. Tren düdüğünü uzun uzun çalarak yavaşça yol almaya başladığında gözüm istasyondaki kalabalığa ilişti bize bakarken ağlıyorlardı. Başında beyaz tülbent olan yaşlı bir teyzenin dizlerine vurarak ağladığını görmüştüm. Şehri çıkana kadar yol boyu dizilen insanlar bize el sallıyor, kadınlar ağlıyordu. ‘Bundan sonra bir istasyon kaldı.’ demişti Yüzbaşı. Sonra Rusya’ya teslim edilecektik.

Keder dolu yolculuğumuz birkaç saat daha sürdü. Vagonlardan yalvarışlar yayılıyordu. Çaresiz kalan Türk askerleri başlarını önlerine eğerek görevlerini yapıyorlardı.

Kızılçakçak istasyonuna vardığımızda kolumuz kanadımız kırılmış bir halde sonumuzu bekliyorduk. Saatlerce süren sayım ve teslim evrakları hazırlanıyordu. Bizim vagona sıra gelince babam komutana yaklaşıp sessizce ‘Çocuklarım sana emanet yüzbaşım, o senin kardeşinin çocukları öyle bil öyle sahiplen. Belimdeki kemeri kızımın beline takacağım o sana anlatır. Ruslar bizi nasılsa öldürecekler bari onları kurtar kardeşim.’ dediğini duyduğumda anlam verememiştim.

İstasyondaki işlemler sürerken babam belinden deri kaplı belbev’ i çıkarıp iki sıra olarak gömleğimin altından belime doladı. Epeyce ağır olan bu kemeri ne yapacağımı daha önce anlatmıştı.”

Ninemin yüzüne baktığımda gönlündeki derin acı, yüzündeki her çizgiye yansımıştı. Başını önüne eğip elinde çektiği teşbihine iç çekerek bakarken, ’Ne düşündü acaba.’ diye içimden geçirdim. ‘Belki de hâlâ annesini babasını özlüyordur. Ya da yollarını bekliyordur.’ diye kendimle sessizce konuştum.

***

“İşlemler bitmiş hareket etmiştik, vagon kapıları yarıya kadar açıktı. Yeni yeşeren tarlalar, sarı çiçekli çayırlar sanki halı olmuş her yere serilmişti. Gördüğümüz bu güzellik bizi kasvetli düşüncelerimizden bir nebze sıyırıp, uzakta görülen göle doğru yol alıyorduk. Vakit öğleye yaklaşmış hava biraz ısınmıştı. Ağır aksak giden tren baraj gölü üzerindeki köprüye yanaştığında insanlar kapılara yanaşıyordu.

Eller semaya açılmış dualar ediliyordu. Aileler bir araya toparlanıyordu. Babam ve annem kardeşimi ve beni öpüp kokluyorlardı. ‘Birbirinize sahip olun. Ayrılmayın.’ diyordu.

Sonra bizi vagonun en dip köşesine götürdü, ‘Burada durun yüzbaşı sizi alacak biz sonra geleceğiz, sakın korkmayın.’ diyerek defalarca sarıldı öptü kokladı. Annem omuzlarına ikimizi de yaslayarak hem ağladı hem öpüp kokladı, tek bir kelime edemiyordu, hıçkırıkları boğuyordu sözlerini. ‘Biraz sonra gözlerinizi sıkıca kapatın komutan sizi alana kadar açmayın olur mu yavrularım.’ diyerek annemin elinden tutup kapıya doğru yürürken dönüp dönüp bize bakıyorlardı.

Olacakları anlamıştım. Drau nehrinde olanlar burada olacaktı ve annem babamda onlar gibi yapacaktı. Giray’ın yüzünü vagonun duvarına döndürdüm. Dönüp bakmamasını tembihledim. İnsanlar toplu halde vagondan aşağı atlıyordu. Yanlarına koşup yetişmeme fırsat kalmadan annemin eteğini tutmak için uzandığımda elimden kayıp gitti. Arkalarından bağırdım feryat figan ettim. Duymadılar. Dönüp arkama baktığımda Giray bıraktığım gibi duruyordu. Ben de atlayıp atlamama arasında kardeşimi düşünürken komutan kargaşanın ortasında kollarımızdan tutup bizi trenden indirerek acele bir şekilde ağaçların arkasındaki oyuğa saklayarak ‘Ben gelene kadar sakın yerinizden çıkmayın.’ diye tembihledi.

Sesler bağrışmalar gökyüzüne ulaşıyordu. Askerler Atlayanları sağ kurtarmak için gölün sularına dalıyorlardı ama nafileydi. Binlerce kişi Kızılçakçak baraj gölünün dibine inmişti. Göl üstünde atlayanların çığlıklarıyla kaplanmış. Son çırpınışları da bağrında sakinleştirmişti.

Çığlıkların ve askerlerin düdük sesi bir birine karışmış, ortalık mahşer yerine dönmüştü. Saatler süren kargaşa ve devir işlemlerinden sonra tren yoluna devam etmişti.

Yaşanan onca olaya rağmen iki kardeş komutanın sakladığı yerden çıkmamıştık. Gece olmuş zifiri karanlık çökmüştü. Uzaktan duyduğumuz köpek havlamaları bizi korkuttukça birbirimize iyice sarılıyor yerimizden kımıldamıyorduk. Bir müddet sonra hafiften yağmur başlamış ortalık sessizliğe bürünmüştü. Oyuğa iyice sinerek başımızı toprağa koyduk.

Ahmet Yüzbaşının; ‘Çocuklar uyanın ben geldim .’ sözüyle gözlerimizi açmıştık. ‘Annemle, Babamda geldi mi?’ diye sordu Giray.”

**

“İşte bu kemer o kemer kızım her santiminde, her bir taşında annemin babamın emeği, ümitleri, hayali, yarınları saklı. Yıllar boyu torbayı elime alıp kokladığımda o günlere geri dönerim. Düşündükçe yüreğim yanar ne ağlamak dindirir acımı ne de geçip giden günler. O çırpınışlar o çaresizlikler bu günkü gibi aklımda hiçbir anını unutmadım, unutamadım, unutulmuyor kuzum.”, “Sonra ne oldu nineciğim.”

“ Ahmet Yüzbaşı bizi köylülerinde yardımıyla günlerce sakladı. Ortalık sakinleşince İstanbul’da yaşayan annesinin yanına getirdi. Nasıl yaptı bilmiyorum birkaç gün içinde bize yeni kimlikler çıkardı. İlkay iken Gülay oldum, Giray’ da Güray oldu. Nüfus idaresinde üç kardeştik artık Ahmet, Gülay ve Güray. Sonra bize ikinci annelik, babalık eden Habibe Annem ve Hüseyin babam öz evlatları gibi büyüttüler bizi. Ne yetimliğimizi hissettirdiler ne çaresizliğimizi. Okuttular ikimizi de. İş ve yuva sahibi ettiler. En darda oldukları anlarda bile ailemden yadigâr olan bu kemere dönüp bakmadılar. Hem annemin ismini taşıyorsun hem de işin sanat tarihi olduğundan bunun kıymetini en iyi sen anlarsın, ben de sana veriyorum kuzum. Ahmet Ağabeyime gelince Rahmetli olana kadar bir daha hiç kimseyle Mavi Alay’ın akıbetini konuşmadı. Kendisini bize öylesine adadı ki evlenmeyi aklının ucundan bile geçirmedi. Yüzümüze her baktığında gözleri buğulanır, yüzünü hüzün kaplardı. Giray’la Ahmet Abimin ardarda ölümü de beni çok üzmüştü. ”

***

Ninemin göğsüne yaslanmış gözlerimden akan yaşta boğulurcasına ağlıyordum.

[1] Saldat : Rus askeri

[2] GMS Kamyon: Askeri kamyon cemse

[3] Belbev: tatarca da kemer kuşak.

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank