Albert Camus
Hangi yazar söylemiş bilmiyorum.
Söz hatırladığım kadarıyla şöyleydi:
“Kötü yazar, kolay olanı zor anlatır.
Orta yazar zor olanı zor, kolay olanı kolay anlatır
İyi yazar zor olanı kolay anlatır.”
Bu sözle ne denmek istendiğini, usta yazarları okudukça daha iyi
anladım. Usta yazarlar ki(Çoğu evrensel olmuştur) belki o çok büyük
isimleriyle acemi okuyucuyu korkutabilirler.
Fakat, okunmaya başladıklarında, dillerindeki sadelik, derin konuları
anlaşılabilir bir biçimde ifade etme yetenekleri ve özellikle mütevazilik-
leriyle sizi büyülerler.
Çeşitli yaş dönemlerimde beni etkileyen bir veya birkaç yazar oldu.
Her yaş dönemimi belki de bu yazarların etkisiyle yeni ve başka bir
biçimde yaşadım. Radikal bir kararla yaşantımı kökten değiştirdiğim
bir dönemde, yani 29 yaşımda, Kamu’nun (Albert Camus)
kitaplarıyla tanışmam belki de tesadüf değildi.
Ve geçenlerde notlarımı karıştırırken, unuttuğum yazıları okuyunca
şaşırdım. Bu yazılar etkilendiğim yazarların kitaplarından alıntılardı.
O kadar etkilenmişim ki Camus’un bir denemesini neredeyse olduğu gibi
yazmışım. El yazısı ve Camus… Yazıyı okudum. Ve belki de ilk okuduğum
zaman fark edemediğim bir şeyi fark ettim. Yazıdaki mütevazilik.
Öztürkçe konuşmak gerekirse, yazıdaki alçakgönüllülük.
Hamaset yok, anlaşılmaz imgeler yok, ne zeka, ne yetenek ne de ustalık
ispatlama çabası yok. Ama doğal, ama akıcı ama derin ve en önemlisi
güncel. Bundan 60-70 yıl önce yazılmış olmasına rağmen… Tam bir
usta işi kısacası.
İşte klasikler böyle oluşuyor.
M.Ş.
2008 Mersin
DENEMELER- ALBERT CAMUS
Kimse ne olduğunu söyleyemez. Ama ne olmadığını söylediği olur.
İstiyorlar ki arayan adam neyi bulduğunu söylesin. Bin ağızdan ona neyi
bulduğunu söylerler. Ama kendisi daha bulmadığını bilir. Diyeceksiniz ki,
sen ara, bırak onlar konuşsun. Doğru. Ama uzaktan uzağa insanın kendini
savunması da gerek. Ben neyi aradığımı biliyorum onu ürke ürke adlandırı-
yorum, o değil diyorum, odur diyorum, ileri varıyorum, geriliyorum. Ama
zorluyorlar beni, “Bulduklarının adını ver, adını ver, kestir at” diyorlar bana.
Şahlanıyorum o zaman. Bir şey adı konduğu anda yitirilmiş değil midir?
İşte hiç olmazsa bunu söyleyebiliyorum.
……………….
Bir dostumun dediğine bakılırsa bir adamın iki kişiliği vardır. Biri
kendininki, biri de karısının onda gördüğü. Karısına toplum diyelim,
o zaman anlarız bir yazarın bütün bir duyuşa verdiği adın, bir yorumla
nasıl ondan ayrıldığını ve yazar başka şeyden konuşmak istedikçe yüzüne
vurulduğunu.
…………………
Bir yazar çokluk okunmak için yazar. Bunun tersini söyleyenleri alkışlayalım,
ama inanmayalım onlara. Bununla birlikte bizde yazar gittikçe okunmama
onurunu kazanmak için yazıyor. Yazar bizim çok satan gazetelerimizde göz
alıcı bir yazı konusu olabildi mi, birçok insanca tanınabilir.
Ama bu insanlar onu hiçbir zaman okumayacaklar, adını ve onun üstüne
yazılanları bilmekle yetinecekler. O andan sonra bu yazar, olduğu gibi değil
aceleci bir gazetecinin onu tanıttığı gibi bilinmiş (daha doğrusu unutulmuş)
olacak.
………………..
Sanatçı ister istemez dişçi ve berber salonlarında hiç hak etmediğini
bildiği bir ünün kendi üstünde bir kimlik bırakacağını bilmek ve bunu hoş
görmek zorundadır.
…………………
Zamanımızda beğenilen bir yazar tanıdım. Adı hovardaya çıkmıştı.
Her gece içkili kadınlı cümbüşlerde, çıplak kadınlar, kirli pasaklı çapkınlar
arasında yaşıyormuş. Peki ama nasıl oluyor da bu adam kitaplar dolusu
yapıt vermiş, buna nasıl vakit bulmuş diye düşünmemiş kimse.
Aslında bu yazar, birçokları gibi geceleri uyur,gündüzleri de saatlerce masa
başında çalışır, karaciğerini korumak için de madensuyu içer. Ama orta
Fransız dinler mi? Kendisi sanki çöl insanları gibi ağzına içki koymaz,
sabah akşam yıkanırmış gibi, yazarımızdan birinin içki içmesine,
yıkanmamasına ifrit olur. Buna bol bol örnekler verilebilir.
……………………
Özcesi, katlanmak gerekiyor buna. Ama sırası gelince insan yanlışı
düzeltmeye çalışabilir, diyebilir ki, insan her zaman saçma üstünde durmaz
ya! Kimse de umutsuz bir edebiyata inanmaz. Saçma kavramı üzerinde
bir deneme yazmak ya da yazmış olmak olağan bir şeydir. Her yazarın
ister istemez kendini anlattığı ve kitaplarında yalnız kendinin olduğu
düşüncesi bize romantizmin bıraktığı çocukça inançlardan biridir. Tam
tersine, bir sanatçının ilkin başkalarıyla, yaşadığı çağda ve çevresindeki
insanlarla ilgilenmesi hiç de olmayacak bir şey değildir. Hatta, kendini
ortaya koyduğu olsa bile gerçekten ne olduğunu söylemesi binde bir
görülecek şeylerdendir. Yapıtınız hiçbir zaman kendi öykünüz değildir,
hele yaşamöykünüz olmak savındaki yapıtlarda. Hiçbir insan hiçbir
zaman kendini olduğu gibi anlatmayı göze alamaz.
Ben tam tersine olabildiğim ölçüde nesnel bir yazar olmayı isterdim.
Benim nesnel dediğim yazar, konularını hiç kendini hesaba katmadan
seçen yazardır. Ama çağımızın, yazarı, konusuyla karıştırma tutkusu,
bu kadarcık özgürlüğü bile çok görür yazara. Ve işte böylece insan,
saçmalığın peygamberi oluverir.
Oysa ben, zamanımda sokaklarda bulduğum bir düşünce üzerinde kafa
yormaktan başka ne yaptım ki? Böyle bir düşünceyi beslemedim mi?
Hayır diyemem buna. Şu var ki, ben konuyu incelemek, mantığına
varabilmek için gerektiği kadar uzağında durdum. Daha sonra yazdıklarım
bunu yeterince gösterir. AMA BİR KALIP DÜŞÜNCEYİ İZLEMEK,
BİR İNCELİK ÜZERİNDE DURMAKTAN ÇOK DAHA KOLAYDIR.
BENİM İÇİN KALIP DÜŞÜNCEYİ ŞEÇTİLER. BEN DE SAÇMA
OLDUM KALDIM.
Haddimi aşmayayım ama, Descartes’in yöntem olarak ele aldığı
kuşku da onun kuşkucu olduğunu gerektirmez. Ne olursa olsun, her
şeyin anlamsız olduğu her şeyden umudu kesmek gerektiği düşüncesiyle
nasıl kalır insan? Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda
bile anlamlı bir şey söylemiş oluruz. Ölmeye yanaşmadığı sürece insan
yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da görece de olsa, yaşamaya bir
değer veriyor demektir. Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk
susar. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Umut-
suzluk düşündü mü, konuştu mu, hele yazdı mı hemen bir kardeş el uzanır
sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar.
Umutsuz edebiyat sözü bir birini tutmayan iki sözdür. Çünkü edebiyat olan
her yerde umut vardır.