Akrebin Gözleri
Rengini akan kanımızdan alan gün batımı, sanki ufuktan bize hüzünle bakıyordu.
Top ateşine tutulmuştu mahallemiz. Ortalık silah, patlama ve insan çığlıklarıyla inliyordu. Can havliyle dağlara kaçmaya çalışanları keskin nişancılar sırtlarından vuruyordu. Dört bir yanımız kuşatılmıştı. Yeri titreten ayak seslerine karışan korkunç naraları “acımayın öldürün!” diye yankılanıyordu. Zulmün sonu gelmiyordu. Gözleri kan çanağına dönmüş canavarlar karşısında tek suçumuz, Müslüman olmaktı.
Camilerden, bir gün önce yakılan Müslümanların dumanı tütüyordu. Yanan insan etlerinin kokusu kara bir kâbus gibi çökmüştü şehrin üstüne. Yol ortasında ki kömürleşmiş bedenler kargaşada ayaklar altında ezilerek küle dönüyordu. Silahlardan çıkan mermiler ise yağmur gibi yağıyordu üzerimize. Ölümden arta kalan insanları tekmeleriyle döverek camilere götürüyorlardı. Onca haykırmamıza rağmen ne sesimizi duyan vardı, ne de imdadımıza yetişen. Her yer toz duman içindeydi. Biz ise başıboş bir halde, çaresizliği sırtımıza almış, panik içinde çığlıklar atarak koşuşuyorduk. Yorgun Temmuz akşamında korkunun esir olmuştu yüreklerimiz.
Yanıyordu Zepa (Jepa)…
Susmayan silah seslerinin arasında; “Anne sırtım…” diyerek yüz üstü yere yığılan kızımı kucakladığımda elime kan bulaşmıştı. Kollarımın arasında baygın yatan yavrumun kederinden perişan haldeydim. Nasıl oldu bilmiyorum bir anda onu gözden kaybettim. Çaresizlikle kargaşanın ortasında Ahmet’i aradım. Bulamadım.
“ Yardım edin. Ne olur yardım edin, kızım, yavrum yaralandı.”
“ Ahmet!… Neredesin?”
“Aman Allah’ım! Ya onu da camiye götürdülerse?”
Herkes kendi canını, kendi canından bir parçasını kurtarma telaşındaydı. Ne kadar haykırsam da kimse benim feryadımı duymuyordu. Ortalık mahşer yeriydi sanki. Sekiz yaşında olan kızımı kollarımın arasına alarak koştum. Sırtından sızan kan kollarımı ıslatıp, yüreğimi yakıyordu. Hastaneye vardığımda, oradaki manzara sokakların devamıydı. Kimi göğsünden yaralıydı, kimi bacağından. Yarım yamalak üstleri örtülmüş cesetleri koridorun sonunda yan yana dizmişlerdi. Adım atacak yer yoktu. Herkes bağırıp çağırıyor, yanındaki yaralı için yardım diliyordu. İniltiler, ağlamalar bütün binayı sarmıştı.
Baygın yatan yavrumu benden nasıl aldılar hatırlamıyorum. Gözlerimi sedyenin üstünde açtığımda sesler çığlıklar devam ediyordu. Toparlandıktan sonra kızımı aradım buldum. Durumunun iyi olduğunu söylediklerinde yüreğim ferahlamıştı.
Birkaç gün sonra hastaneden taburcu edildik. Dış duvarları ve pencere camları mermilerle delik deşik edilen evimize gelmiştik.
Bizlere yapılan bu zulüm karşısında çaresiz kalıyorduk. Geceleri lamba yakmıyor, kör kurşuna hedef olmamak için pencereden uzak yerlerde uyuyorduk. Kızımın iyileşmesine sevinirken, Ahmet’ in kaybolması da beni kahrediyordu. Her fırsatta onu arıyordum. Ne ölenler arasındaydı ne de yaralananlar arasında.
***
Ülkede çıkan bu savaş bir soykırımdı, soyu ortadan kaldırmaktı. Adına “Akrep” dedikleri, Sırbistan özel güvenlik güçleri, evlere girip hiç bir canlıya yapılmayacak kötülükleri yapıyorlardı. Bir yıl öncesine kadar komşu, dost, arkadaş olduğumuz o insanlar gitmiş, yerine zapt edilemeyen vahşi yaratıklar gelmişti. Evladının etini babaya yediriyor, aileleri önünde çocuk ve kadınların ırzına geçiyorlardı.
Ormanda yabani av peşinde koşan sırtlanlar gibiydiler. Ellerindeki silahları rastgele ateşlerken neşeyle nâra atıyor sonra da arkalarına bakmadan yürüyorlardı. Sokaklar, kaldırımlar kana bulanmıştı. Onlar ise umursamaz tavırlarıyla o kanları çamur niyetine çiğneyip geçiyorlardı.
Kapalı kapılar tekmelerle açılıyordu. İçeriden gelen kadın ve çocuk çığlıkları, silah sesinin ardından susarken, akreplerin iğrenç kahkahaları yükseliyordu. Yaptıklarıyla önce övünüyor sonrada arkada bıraktıklarıyla alay ediyorlardı. Viraneye çeviriyorlardı yuvaları.
Birkaç ay öncesinde terbiyeli, saygılı bir genç olan Ratko, Müslüman olmaya karar vermiş, akabinde de akrabamızın kızıyla nişanlanmıştı. O bizleri sever sayardı biz de onu evladımız gibi bağrımıza basardık. Sık sık kucak dolusu çiçeklerle gelen bu şahıs, şimdi elinde silahla kapıya dayanmış, nişanlısına tecavüz etmişti. Bu yetmiyormuş gibi nişanlısının annesini ve babasını evin içinde kurşunlayarak öldürmüştü.
Günlerce süren bu katliamda insanlık onuru da yok olmuştu. Öldürülenler canını, öldürenler de ruhlarını yitirmişti.
***
Ümitsizliğe düşmeden Ahmet’i aramaya devam ettim.
Okulda tanışmıştık Ahmet’le, bir birimizi çok sevmiştik. Çalışkan, munis, sessiz bir yapıya sahipti. Ailelerimizin de uygun görmesi sonucunda bir yıl arkadaşlık ettikten sonra nişanlanmıştık. Dört ay sonra da evlendik. Kızımızın da dünyaya gelmesiyle, on yıl süren evliliğimizde çok mutluyduk. Benim kabıma sığmayan tabiatımı onun sakin ve sabırlı tavrı dengeliyordu
Yusuf Amca; “Fatmira, Ahmet’i Akrepler toplama kamplarına götürmüş olabilirler. Biliyorsun bunlar insan değil her şeye hazırlıklı ol kızım.” dediğinde dünyam yıkılmıştı. Bu azap günlerine Ahmet’im dayanamaz diye endişeleniyordum.
Günlerce süren arayışım sonunda Ahmet’in UNPROFOR kampına götürüldüğünü öğrendim. Kahroldum. Her gün Müslümanları toplayıp götürdükleri o yerden sağ dönmesi mümkün değildi. Birleşmiş Milletler gözetimindedir diye haberler yayınlansa da bir kişi bile kurtulamamıştı. Dünya bu katliama seyirci kalıyordu. Akıbetimiz ayandı, biliyordum ki bizi de oraya götüreceklerdi. Artık, tek dileğim toplama kampında da olsa Ahmet’imi görmekti.
Akrabalarımı ve dostlarımı kaybetmiştim. Eşimin hayatta olduğunu öğrendiğimde, buruk bir mutluluk yaşamıştım. Evlerimiz kâbuslu, sokaklarımız kanlı, şehrimiz cehennem, mahallemiz ise yas içindeydi. Kaybolan insanlar hangi toplu mezara gömüldü ya da hangi ölüm kampına götürüldü diye umutsuz arayışlara giriyorduk. Artık korkmuyorduk, endişelenmiyorduk, ümit etmiyorduk. Akrepler bütün duygularımızı kurşuna dizmişti
Kızımla yer sofrasında oturmuş akşam yemeğimizi yiyorduk. Kurşunlardan delik deşik olmuş dış kapımız vurulduğunda, açmama fırsat vermediler. Silah sesleri ve tekmelenen kapının yere devrilmesiyle dehşete düştük. Kendimi unutup kızım için çırpınıyordum. “Ya Rabbim, namusumuza el sürmesinler, canımızı al, o kara anı yaşamaktansa ölmek evladır.” diye dua ediyordum.
Kızımı kucağıma alıp silah zoruyla dışarı çıktığımızda, evler boşalmış sokaklar dolmuştu. Seslerimiz kamyonların seslerini bastırıyor, eli silahlıların ardarda sıraladıkları emirleri bizleri daha da panikletiliyordu. Sanki insanlık ölmüş, koca dünyada bir biz, birde onlar kalmıştı.
Kadınların saçından ve kolundan çekiştirerek, erkekleri de silah dipçikleriyle iterek askeri kamyonlara tıka basa doldurdular. Gecenin bir vakti şehrin ışıklarından çıkmış, kırsalda kampa doğru yol alıyorduk. Kamyonların kasasında koyun sürülerinden daha kötü durumdaydık. Akrepler de bizimleydi, gerek sözlü gerek fiziksel tacizleri devam ediyordu. Bizim ise kımıldamaya imkânımız yoktu. Duygularımızı yitirmiş, bakışlarımız donuklaşmış, bedenlerimiz hissizleşmişti. Kökünden sökülüp dalları budanan ağaçlar gibiydik. Biçilmeye doğranmaya gidiyorduk. Ay ışığı altında yol alırken bir birimizin akıbetini görüp başımızı önümüze eğiyorduk. Karşı koyacak ne bir silahımız vardı, ne de her hangi bir imkânımız.
Birkaç saat süren yolculuğun sonu gelmişti. Soluk lamba ışıkları az da olsa önümüzü aydınlatıyordu. Dikenli tellerle çevrili bir düzlükte küçük barakalar görünüyordu. Sessizdi her yer. Açık alan olmasına rağmen bizler için açılmış bir ölüm çukuru gibi görünüyor, etrafa genzimi yakan pis bir koku yayılıyordu. Kamyonlardan tekmeleyerek kampın önünde indirdiler. Yerler çamurdu. Kızımı kucağımda sıkıca tuttum. İte kaka boş bir alana getirdiler bizi, sıraya dizip adımızı soyadımızı yazdılar. “Şimdilik burada yatacaksınız. Yarın gereken yapılacaktır. Kaçmaya kalkan vurulacaktır.”
Silah sesleri ve çığlıklarla inledi o gecenin ortası. Feryatlar umutsuz sessizliği yırtarken kızıma daha sıkıca sarılmıştım. Güya ikaza rağmen kaçmaya kalkanlar olmuş. “Suçlu!” oldukları için kurşuna dizilmişler.
Gün ve hafta kavramını yitirmiştik. Yemek yemeyi unutmuştuk. Açlıktan bitkindik. Öylesine zayıflamıştık ki insanlar birbirini tanıyamıyordu. Yıkanma şansımızsa hiç yoktu. Hastalıklar işkenceleri durduramıyordu. Akıl almayacak zulümler yaşıyorduk. Ölenlerin etlerini kemiklerinden ayrıma işlerini bize yaptırıyorlardı. Sonra da ayrı çuvallara doldurup etleri yakıyor, kemikleri topluca gömüyorduk. Şuurumuzu kaybetmiştik. Söylenenleri yapmayanların ölümünü görüyorduk. Kadınların çoğunlukta olduğu bu kampta çocuk, büyük demeden bedenlerini kirletiyorlardı. İntihar etmek için akreplerle kavga edenlerin sayısını asla kimse bilemez. Orada Silahla ölmek ödül sayılıyordu.
***
Binlerce insan arasında yılmadan, bıkmadan aramıştım Ahmet’imi. Onu kampta bulduğumda yeniden doğmuştum sanki. Tanıdıkların gizlice yaptıkları yardımları beni ona ulaştırmıştı. Yanına vardığımda gördüğüm manzara beni bir kez daha mahvetmişti. Ahmet’ in narin yapısı açlığa ve hastalığa dayanamayıp bitkin düşmüştü. Avurtları bir birine geçmiş, güzel mavi gözleri çukurlaşmış bir halde tahta zeminde boylu boyunca yatıyordu.
Akreplere fark ettirmeden bir aileyle yer değiştirip, Ahmet’in olduğu barakaya yerleştim. Üç aile bu barakada kaldık günlerce. Sabahları kahvaltı diye verdikleri bir dilim siyah kuru ekmeğimi de Ahmet’e yediriyordum. Suskundu herkes. Tek kelime edecek halimiz yoktu. Kime ne söylenebilirdi ki? Bu savaş değil katliamdı. Soy kırımdı. Biz de sıramızı bekliyorduk.
***
Akrepler Ahmet’imi, kızımı ve beni nöbet bekledikleri barakanın önüne götürdüler. Ayaklarımızı sürüyerek ilerliyorduk. Kızımın ve eşimin elinden sıkıca tuttum. Vücutlarımız açlıktan ve yorgunluktan tükenmişti. Ölüme yürüdüğümüzü biliyordum. Mesafe boyunca dua ettim. Bir mucize bile bekleme ihtiyacını hissetmiyordum çünkü artık korkmuyordum.
Ellerimizi arkadan bağladılar. Kızımla eşimi yan yana oturttular. Beni de karşılarında diz üstü çöktürdüler. Etrafımızda dolanarak, inancımızla alay edip kahkahalar atıyorlardı. Elindeki silahı önce Ahmet’ in sonra da kızımın şakağına dayıyordu. Gözlerini gözlerime dikerek sırıtıyordu. Katil Akrep’in gözlerindeki ölümü gördüm o an.
***
Alınlarından akan kan, toprağın bağrına sızıyordu. Yer gök susmuştu artık. Ne rüzgârdan bir esinti, ne bir ayak sesi, ne de bir feryat vardı. Sessiz, nefessiz ve siyahtı her yer. Avuçlarımda canlarımın toprağa bulanmış kanı, gözlerimde ise akrebin katil gözleri kalmıştı.