content

20 Oca

Akıl ve sezginin raksı, Semâ’

Karamsar bir adam, iyimser bir başka adam ve bir fizikçi, bulutsuz bir gecede gökyüzüne bakmışlar. Karamsar adam,"Ne kadar büyük bir boşluk bu.” demiş. İyimser olanı ise,"Ne kadar da çok yıldız var."

diye ona karşılık vermiş. Fizikçiye gelince, o ân bir şey söyleyebildiğini zannetmiyorum. Çünkü bilim dünyası son yarım asırdır ne gördüklerinden ne de göremediklerinden pek emin olamıyor.(1)

Bilim ve ilim dünyasındaki yeni kavrayışların etkisi ile bazı kavram ve kelimelerin hatta anlayışların yeniden okunması ve analiz edilmesi sıkça dile getirilir oldu. Biz de sema üzerinden akıl ve sezgiyi ayrıştırmadan, bilgi ve hakikat keşfi için farklı bir metodoloji deneyelim.

Bugüne kadar Semâ'nın ritüelleri ve sırları, kuralları ve manaları üzerine birçok yazı zaten yazılmıştır. Akıl ve sezgi üzerinden ; Semâ' etmeye dair algı farklılıklarının nedenlerine dair bir düşünce denemesi ortaya koyalım.

Nitekim bugüne kadar kimileri aklı yüceltmiş, sezgiyi köreltmişken; kimileri de sezgiyi yüceltip aklı hiç etmişlerdir. Halbuki hakikat tıpkı Muhammet İkbal’in de ifadelerinde yer aldığı gibi; ancak akıl, duyu organları ve sezgi ile idrak edilebilir.

Daha önce tasavvuf konulu yazılarımda da değindiğim gibi ; Kuranı Kerimde bazı ayetlerde “kalben akletmekten” bahsedilir.(2)
-“Onların kalpleri vardır kalpleri ile anlamazlar,(idrak edemezler) onların gözleri vardır gözleri ile göremezler ve onların kulakları vardır kulakları ile duyamazlar. Onlar hayvanlar gibidirler; aksine onlar daha sapıktırlar. Onlar gafillerin ta kendileridir.”
A’raf: 179
-“Onların kalpleri vardır kalpleri ile aklederler.”
Hac: 46
-“ALLAH bilmeyenlerin kalplerini işte böyle mühürler.”
Rum: 59
-“Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var?”
MUHAMMED: 24
-“Şüphesiz ki bunda kalbi olan kimse için elbette öğüt vardır.”
Kaf: 37

Buradan hareketle , tasavvuf erbabının bilgi kaynağı olarak aklı dışlamadığını, sadece farklı tanımladığını söylemek hatalı olmayacaktır. Kurandaki haliyle kalpten geçen bir “hakikat anlayışı” tasavvuru yapmışlardır. Fakat zamanın kısır ifadelerinden kaynaklanan ve algı eksikliklerden doğan büyük tartışmalara neden olduğunu bile ifade edebiliriz. Çünkü akıl,bilgi,sezgi tanımları Batı düşünürlerinin İslam düşünürlerinde de kısır bir döngüye neden olduğu genellikle kabul edilir.. Sokrates’in, Ariston’un, Eflatun’un, Kant’ın, Bergson ve Nietzsche’nin etkileri inkâr edilemez. Bunların felsefelerinde genellikle bir ayrışma sözkonusudur, bütünlük arz etmez. Örneğin Sokrates “insan”, Eflatun “ruh”, Aristo “tabiat” üzerine yoğunlaşmıştır. Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd, İbni Teymiyye, Gazali gibi alimler de ayrıştırarak incelemeye dahil olmuşlardır. Örneğin İbni Rüşd aklı yüceltirken, Gazali de sezgiyi yüceltip aklı “kör” kabul edenlerdendir.

Tasavvuf ilminin öğretilerinde ise hakikat; bütün zerreleri bir bütüne götürecek şekilde anlatılır. İşte bu algı şekliyle ifade olunan kavramların anlaşılmasında sorun olmuştur.

Misal; Allahın “uluhiyetine ortak koşma” ya da pantehizm bağlamıyla tasavvuf âlimlerine kefen biçilir. Yani âlimlikleri bu ve benzeri ithamlarla öldürülür, kabul edilmez kimilerince… Aslında mutasavvıf alimleri de kendi içlerinde bazı görüşlerini eleştirmiş ve eleştirilmişlerdir. Dolayısıyla tasavvuf hakkında bütün söylenenler doğrudur iddiasında Sufiler dahi bulunmuyor. Mutasavvıflar da insandır çünkü. Onların da birtakım tespitleri doğru olmayabilir. Değil tasavvuf adına bugün İslam adına da hatalar ve yanlışlar yapılıyorken, sapkınlığı ilme yahut dine değil, cahil toplum karakterlerine munhasır görmek gerek… Nitekim günümüzde çeşitli tanımlamalar altında birçok sapkın tarikat mevcuttur.

Fakat tasavvuftaki sezgi biçimleri ve anlayışların ifade bulduğu kelimeler ve mana bağlamları arasındaki ince nakış herkezce aynı şekilde görülmez. Bu yazıda tasavvuf terimleri ve kavramlarını incelemekten ziyade tasavvuftaki fizik ve metafizik bağını vurgulamak isterim. Böylece kavramların algısında hala Allahın bu kainata arz ettiği ilmi hakkıyle idrak etmede noksan ve kusurlu olmamızdan kaynaklanan boşlukları görebilmeyi deneyelim.

İlk çağlardaki bilimsel ve hatta felsefi çalışmalarda; kavramsal olarak fizik ve metafizik’in ortak bir noktada buluşması imkânsızdı. Çünkü fizik madde ile ilgilenirken, metafizik; fizikle bilinmesi imkânsız olanlara dair araştırmalara girerdi.

Fakat son zamanlarda özellikle Kuantum fizikle , fizik ve metafizik alanları bir araya getiren hakikat tezahürleri ortaya konulur oldu.

Mesela Fizik der ki ;
Dünyanın hem kendi ekseni, hem de güneş etrafında döndüğü tartışma götürmez bir gerçektir. Dünyanın ekseni etrafındaki dönüşünden başka güneş etrafındaki yörüngesindeki hareketi, bu yörünge üzerindeki hızı, dolanım zamanı ve güneş dahil diğer gezegenlerle birlikte uzayda hızla yol alması, fizik bilimi ile kanıtlanmış bir hakikattir. Dünya bir taraftan kendi ekseni etrafında dönerken, bir taraftan da güneş etrafındaki yörüngesinde helezoni bir hareketle dolanıyor.
Ayrıca ; bir atom ilk bakışta, Güneş Sistemine benzer. Dünya ile gezegenler, güneşin çevresinde nasıl dönerlerse atomlar da bir çekirdeğin çevresinde dönen elektronlardan meydana gelmiştir. Mesela, Hidrojen atomunda, elektronun dönüş hızı, saniyede 2000 kilometredir.

Kuantum fizik ne dedi ?
Atom, foton, proton, elektron, parçacıklarla ilgili çözümlemelere girmeyeceğim. Nihayetinde “kuantum bilimi, evreni yekpare bir bütün olarak tanımlarken, evrende mutlak mânâda bir 'boşluk’ olmadığını söyledi. Başka bir deyişle, içinde 'yokluk’ mânâsında 'boş' bir alan barındırmayan evren, 'var' edilmiş bir evrendi. Bu icraatın sahibi, kâinatı bir bütün halinde yapıp, en uzağı en yakın hale getiren, bununla evrendeki mutlakiyet ve birliğini açıkça gösteren, boyutların ve uzayların gerçek sahibi olan Âlemlerin Rabbidir.” (1)

Pekâlâ neden dünya ve kâinat dönerek çözülmeye koordine edilmiştir? Nedir bunun sırrı?

İnsanoğlu; fizik kuramlarını genellikle bilimsel akıl ile açıklar. Sezgilerinin gelişmesi ile kazandığı şuur ise; nasıl ve nedenleri kavramak ister. İşte kuantum fizikle de artık tasdik olunan böyle bir çıkarımla,bir nevi "evreninin oluşumu ve can buluşunu" misal edinen Semâ'ya dair düşüncelerimi de ifadeye başlayabilirim.

Semâ’ lügatte; Arapça bir kelime olup; “dinlemek, işitmek, kulak vermek, işitilen söz, iyi şöhret ve iyi anılma” gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise; mûsikî namelerini dinlemeye, dinlerken vecde gelip harekette bulunmaya, kendinden geçmeye, oynayıp raksetmeye, tasavvuf ehlinin cezbe haliyle ayakta zikretmelerine verilen isim olmuştur.(3)

Mevlânâ zamanında bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilen semâ’, daha sonraki devirlerde (Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanından Pîr Âdil Çelebi zamanına kadar geçen süre içinde) bir nizâma bağlanmış; icrâsı öğrenilir ve öğretilir olmuştur. Böylece XV. yüzyılda son şeklini alan “Semâ’ Töreni”ne daha sonra sadece XVII. yüzyılda “Nâ’t- ı Şerîf”eklenmiştir.(4)

Kısaca tasavvufta icra edilen sema kaynaklarda bu şekilde açıklanır. Açıkcası semanın ilk haliyle icrasının tamamen bireysel, test edilemez ve başkasına aktarılamaz bir manevi yoğunlaşma ve gelişme hali olduğunu düşünüyorum. Her insan fizikötesi bu âlemle irtibata geçemez.

Diğer açıdan bir nizama bağlı olarak icra edilen semâ ise en yalın hali ile ifade etmek gerekir ise ; sağdan sola kollarını açarak dönmektir, genellikle musiki eşliğinde yapılır. Ulvi bir mahiyette yapılır. Allaha ulaşmada hayat,akıl,şuur ve sezgiye dayalı dini bir tecrübe olarak gerçekleştirilen semâ evreninin oluşumu ve can buluşuna misal olmanın yanında Allah’ın heryerde olmasına ithaf edilir. Hangi yöne dönerseniz, Allah'ın yüzü ( zatı ) o yöndedir. "(Bakara-115). Burada; Allah’ın heryerde hazır ve nazır bulunması manasında değil, onun mutlakiyeti ve gerçekliğini ifade ettiği anlaşılmalıdır. Aşırı gidenler, sarhoşluk ve meczupluk noktasına taşıyanlar vardır.Fakat bunlar var oldukları için tasavvufi keşiflerin yok sayılması hatadır. Oysa tasavvufun bu konudaki tecrübe ve birikiminin ruhi ve bedeni hastalıkların tedavisinde kullanıldığı ve çok başarılı olunduğu unutulmadan anlayıp, incelenmesi gerekir. Çünkü gaye sarhoşluk değil çözülme olmalıdır. Tıpkı “aşk” hali gibi… Kanaatimce tasavvuftaki “aşk” ın manası içkin bir haddini bilmezlik değil, yüksek ve doyumsuz bir tefekkür halidir. Tıpkı bir tabiat manzarasını seyrederken, insanın güzellik karşısında manzara içinde kaybolması gibidir. Huzur bulan hislerin tefekkürle insana Allah’ı hatırlatması olarak algılanmalıdır. Bu tecrübenin derin ve manevi bir hazla yaşanabilmesi “aşk”halidir. Yaradılan her şeyden dolayı Yaradan’a hayran olmak yüksek bir tefekkürdür.

Bazı insanlar da bu alan; akıl ve sezginin, hakikati şuurla algılamasıyla açılırken, kimilerinde ise daha doğuştan açık olabileceğini de düşünebiliriz. Fakat bu hal kontrolü kolay bir hal değildir. Otizmin bu bağlamda yeniden değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmek isterim. Otizmi olan insanların “duyusal algıları bozuk” olarak değil “farklı” olarak tanımlanması ile bu tip insanların çözülmelerini sağlayacak keşiflerin daha kolaylıkla yapılabileceğine dair kanaat yürütebiliriz. Bilimin akıl ve sezgiyi birbirinden ayrı kabul etmesi otizm gibi durumların anlaşılmasını ve çözülmesini güçleştirmektedir. Otizmi olan çocuklarda genellikle objeleri çevirme ve dönen eşyaları izlemeye neden karşı koyamadıkları ve nasıl bir rahatlama hissi geliştiği bilinmez. Nedir bu dönme ve döndürmedeki sır? Yeri gelmişken şunu da ifade etmek isterim. Türk Musikisini Araştırma ve Tanıtma Grubu “Tumata” musiki ve hareketin terapide kullanımına yönelik olarak dinden önce ve sonrası da dahil olmak üzere, Sema’nın da uygulandığı çok ayrıntılı ve kapsamlı bir çalışması var . Gazi Üniversitesi Algoloji Bölümü ile yaptıkları çalışmaların sonuçlarına bir göz atmanızı öneririm.(5) Otizm ve birçok başka hastalığa terapi yapabiliyorlar. ( Nitekim çözülen otizm sahibi bazı kişilerde olağanüstü ilmi keşiflerin olduğu da bilinen bir gerçektir. Einstein, Mozart, Vangogh gibi kişilerin de otizmli olduklarını düşünen araştırmacılar var. )

Bir nizama sokulan Semâ ya dair ise başka teşbihler ve semboller de ithaf edilerek daha çok anlaşılır , öğretilir hale getirilmiştir. Zahir alem, batın alem,mahşer günü, mutlak hakikat vb. gibi… Evrenin akışına uyarak sema etmek de gaye; kainatın yaratılışının hikmetine ermek “ölmeden önce ölmek”, evreni oluşturan unsurların bir araya gelmesiyle oluşan çokluk alemini bilebilmek,zahir alem ile batın alemin hissedilmesi gibi birçok manayla işlenmiştir. Bu nizamı yerine getiren herkesin fizikötesi alemle bahsedilen keşiflere erişebileceğini düşün-me-mekteyim. Sema nizam ya da bir merasim haline geldikten sonra ancak kültürel bir şölen olarak icra edilebilir. Yukarıda bahsi geçtiği gibi terapilerde kullanılabilir. Fakat bunların içinde niyetin ne olduğu mühimdir. Folklorik bir meslek olarak icra edilen sema; kişiye ancak para kazandıracaktır. Bunun başka bir izahı olabileceğini sanmıyorum.

Semâ' neden bir nizama sokulmuştur? Semâ'nın Allah aşkı ile yapılan bir keşif olması ve insanoğlunun hem musiki hem de bedensel eşlik etme ihtiyacına cevap verebilmesi açısından bir düşünce üretebiliriz. Şöyle ki ; o zamanın dergâhları ve medreselerinin bugünün eğitim merkezleri olduğunu kabul edersek, bir nizama bağlayarak insanoğlunun bu ihtiyacına uygun bir anlayış arz etmelerini de belki anlayabiliriz. ( İlahiyat fakültesinin, musiki korosu gibi bir teşbih yapsam, umarım teşbihte hata olmaz. )

Tüm bu izahların kör noktası cehalettir. İnsanoğlu tasavvuf felsefesi , sema ritüeli ve benzeri anlayışlar yok edilse dahi, cahil olduğu sürece sapkınca anlayıp tapınacağı tağutlar üretecektir.

Yazımın sonuna gelirken, Türkiye’de ilk kez kadınların sema yapmasından sonra Semâ' ya dair tartışmaların yeniden gündeme gelmesiyle bu yazıyı kaleme aldığımı belirtmek isterim. Aslında tasavvuf üzerine fikirlerimi ifade ettiğim “Tasavvufun Boynundaki Sapıklık Urbanı I-II-III” yazı dizimden sonra sema hakkındaki düşüncelerimi ifade etmeyi istiyor fakat erteliyordum.

Bu yazılarımdan sonra bana yöneltilen sorulardan dolayı istemeden de olsa şahsım hakkında şu malumatı vermek zorunda hissediyorum. Tasavvufu yaşayan değil, idrak etmeye çalışan biriyim. Semâ' yı da yapan değil, ruhen ve aklen kavramaya çalışan bir düşünürüm. Lakin bu nedenlerle şahsımı “oryantalist bir araştırmacı” olarak tanımlamak da kabul edilemez.

Amacım tasavvuf ilminin içinde ya da dışında olmak değil,insanlığa arz edilen faydalı ilimlerle gelen keşifleri hakikati kucaklamakta bir bütün olarak algılamaktır!

Kaynaklar :

1- http://www.zaferdergisi.net/article/?makale=914 ( Prof.Dr. Osman Çakmak )

2- https://www.bilgiagi.net/tasavvufun-boynundaki-sapiklik-urbani-i/54885/

Tasavvufun Boynundaki Sapıklık Urbanı II

Tasavvufun Boynundaki Sapıklık Urbanı-III

3-Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1991, s. 422.

4-Gölpınarlı, Abdulbaki, Mevlevî Adab ve Erkanı, İnkılab ve Aka Kitabevileri, İstanbul 1963, s. 76-77

(5) http://www.tumata.com/icerik.aspx?pageName=tr_muzikterapi.html

Etiketler : , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank