Akdeniz’de “Mare Nostrum” Çekişmesi
Bugünlerde klasik Büyük Ortadoğu Projesi tariflerinde geçen haritanın neredeyse tamamında yangın var. Herkes bir tahminde bulunarak olayların arkasındaki faktörü tespit etmeye bölgeye kimin müdahale etmeye çalıştığını öğrenmeye uğraşıyor. ABD’yi, Rusya’yı İran’ı bilmem ama bölgeye ilk müdahale bizim hariciyemizden, Sayın Başbakan’dan ve en son da Sayın Cumhurbaşkanımızdan geldi. Hem de net bir şekilde, açık seçik ifadelerle… Bu, kör göze parmak dercesine ifadelerle yapılan bir müdahaleydi.
Kanlı Devrimlerden Mis Kokulu Devrimlere…
Eskiden kanlı devrimler vardı, zalimdiler, kan ve acı yüklüydüler. Biz onların hikâyeleriyle büyüdük. Şimdilerde insanlık insafa geldi, kanlı devrimler bir kenara bırakıldı, çizgi film tadında rengârenk devrimler dönemi başladı.
Her şeyi üreten ve özü “istikrarlı süreklilik olan kapitalizm” sonunda bunu da başardı. Baş düşmanı devrimi de kendi bildiği gibi yeniden üretti. Ama bir farkla, kendi isteğine göre, çizgi film animasyonlarını andırırcasına, sosyal geyiklerin uzantısı olarak patlatılan devrimler şeklinde üretti.
Ukrayna, Gürcistan, Kıbrıs derken Kırgızistan arka arkaya rengârenk oldular.
Tam da (son bir kaç yıldır süren küresel ekonomik krizin de etkisiyle) Disneyland Production dükkanı kapattı diyecekken Akdeniz'in yasemin kokulu kıyılarının ateşi hem de zemherinin ortasında yükselmeye başladı.
Önce Tunus'ta 23 yıllık diktatör ceketini aldı gitti, Lübnan’da hükümet krizi çıktı, ardından da Mısır kaynamaya başladı. Bunlar yetmedi sıraya Ürdün, Cezayir, Yemen girdi. Listeye giremeyen şimdilik Sudan, o da daha 15 gün önce bölündüğü için kendi derdinde.
Herkesi despotik Arap ülkelerine demokrasi geliyor heyecanı sardı. Ama görünen o ki, ne Tunus'un, Ürdün’ün, Yemen’in, Cezayir’in ne de Mısır'ın durumu göründüğü gibi değil.
Çünkü; İsrail ve ABD, “Mübarek bizim adamımız” diyerekten isyancıların kendilerinden olmadığını mesajını vermektedir. Öte yandan İran ise kendi Devrimi'nin yıldönümü olan günde (2 Şubat 1979) tüm dünyaya Akdeniz’de yükselen ateşin kendi rejiminin başarısı olarak takdim etmektedir.
ABD mi İran-Rusya mı?
Sırf yukarıdaki son cümleye baktığımızda bile çok net bir resim görebiliriz.
Hemen hepimizin bu olanları ABD karşıtı bir halk hareketi olarak düşünmesi en mantıklısıdır. Buna ek olarak bu olanların içerisinde Rusya ve İran parmağını görmemek de mümkün değildir. Çünkü yıllardır gündemimizde, hepimizin diline pelesenk olmuş bir Büyük Ortadoğu Projesi var. Hatta bu daha sonra genişletildi, haritası değiştirilecek ülke sayısı 22’ye çıkarılırken Kuzey Afrika ülkelerinin tamamı listeye dahil edildi. Bir de İran’ın kendine pay biçen açıklamalarını görünce benim de bu işin içinde İran parmağını arayasım geliyor. Diğer yandan Lübnan’daki krizi çıkaran Hizbullah’ın İran’ın demirbaşında kayıtlı en önemli örgüt olması bu kanıyı daha da güçlendiriyor. Ayrıca Hariri Ailesi’nin ise ABD demirbaşına kayıtlı olması resmi (şimdilik) tamamlıyor.
Bu kadar ayan beyan görünen bir gerçek nedense bana pek gerçekçi gelmiyor. Birkaç gerekçem var.
Birincisi, İran gerçekten içinde olduğu ve uluslar arası hukukta kendini tamamen suçlu duruma düşürecek bir karışmada bulunmuşsa neden durduk yere suçunu ifşa etsin ki? İsrail’in bahane diye kıvrandığı bir dönemde İran’ın kendini bu şekilde ateşe atması akla ziyan bir hareket olmaz mı?
İran’ın Derdi Ne?
Anadolu’da bir söz vardır: “Karnına girmek” diye. İran kendi eliyle olmasa da bu gelişmelerin ABD’nin kendi karşısındaki konumunu zayıflattığını düşünerekten göbek atmaktadır. Hele de bir milyon kişilik protesto yürüyüşü Humeyni’nin İran’a dönüşünün yıl dönümüne denk gelince durumdan kendine vazife çıkarmak işine gelmiştir. Haksız sayılmaz da, ABD’nin imajının oldukça zedelendiği bir günde hem de kendi milli gününe denk gelen bu günde “Bakın ne kadar da güçlü bir ülkeyim, bana dokunmayı aklınızdan bile geçirmeyin” diyerek dünya kamuoyuna da güçlü bir mesaj verilmektedir. Bu, büyük olunmasa da büyük düşünmenin ürünü bir davranış ve takdire şayan bir ferasettir.
Sonuç olarak İran, kendisini bölgenin bölgesel gücü daha doğrusu horozu olarak göstermeyi istemekte haklıdır. Hem bu açıklama ile kendi kamuoyuna güven telkin etmekte hem de komşu ülkelerine “Dostunuzu iyi seçin, kimin büyük olduğunu bakın da görün” demektedir.
İkincisi, bu devrimler halk düşmanlığı ve batıya oyuncaklığı çok iyi bilinen liderlere karşı iken neden yüz binlerce göstericiden bir tanesi bile bu protestolar sırasında ABD ya da İsrail’e tek kelime laf etmiyor[1]. Mesela ben bizim Beyazıt Meydanı’nda ve kendi okul bahçemde şahit olduğum onlarca korsan gösteride “Kahrolsun Faşizm, Komünizm, Feodalite, …” gibi beylik sloganların devamında hemen duruma göre ABD’nin, Rusya’nın veya İsrail’in kahredildiğine hep şahit oldum. Bu üçlüyü ıskalayan bir miting ve korsan gösteri hatırlamıyorum desem yalan olmaz.
En ufak bir şeyde İsrail ve ABD’nin hedefe oturtulduğu bir psikoza mahkum olmuş Müslüman toplumların, bu kadar güçlü olduğu bir halk ayaklanması sırasında İsrail ve ABD’yi adam akıllı ağzına almaması, onlara karşı fiili bir davranış içine girmemiş olması bu hareketlerin kontrolünün neresi olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir.
Megaloman Liderler Devri Kapanıyor mu?
Üçüncüsü, bölgede bir değişime gitmenin doğal şartlarının oluşmuş olmasıdır. Bu hareketler, İbn-i Haldun’un çerçevesini çizdiği doğal ömrün kişileşmiş devlet ömrüne denk gelen doğal zamanında gerçekleşmektedir. Haldun’un devlet ömrü 120 yıldır, dört hanedana intisap eder, her hanedan yaklaşık 30 yıldır. Sistemin bu kadar kısa sürede çökmesinin temel nedeni ise bu toplumların bu dört hanedandan sadece son aşama içinde olmaları diğer aşamalarla henüz tanışamamış olmalarıdır.
Günümüzün çöküş dönemindeki despotizm ve yozlaşmayı simgeleyen hanedanları olan Tunus (23 yıl), Yemen (32 yıl) ve Mısır (30 yıl) liderleri de bu açıdan doğal ömrünü tamamlamış zaten bir ayağı çukurda liderler. Hepsi bitmez tükenmez bir firavuni megalomaninin simgesi adamlar. Ömürleri vefa etse yüzbin yıl doymayacak adamlar…
Karşı karşıya olduğumuz şey eşyanın tabiatı gereği ortaya çıkan sistemik bir birikimin boşalmaya başlamasıdır. İnsan biyolojisinin sırtındaki yükü kaldırma kapasitesi bellidir. Kapasite aşıldığı zaman en aciz insanın bile yapacağı tek şey vardır; “Her neye mal olursa olsun sırtındaki yükü atmak”. Görünen o ki artık tükenme noktasına gelmiş olan Ham’ın çocukları insanlığın onurunun tadına bir anlık da olsa varmak istiyorlar. Fakat bahsettiğimiz bu birikimin nasıl boşalacağına dair sağlıklı ve kontrollü bir senaryonun olmadığını da görmekteyiz. İnsanlar şu an için bu yükü sırtlarından atmaya konsantre olmuş vaziyetteler. Gerisi mi? Tüm İslam Alemi’nde olduğu gibi: Allah büyüktür…
Bu çıkışların hepsi bu tarz liderler devrini kapatacak gibi görünüyor. Aslında bu kapanışın küresel krizin iyice sefalete sürüklediği insanlığın insanlık onuruna yeniden kavuşmak arzusuyla da büyük ilgisi var. Derin sosyoloji gerektirdiği için bu çöküş ve çıkışı -varsa- İbn-i Haldun’un talebelerine bırakıyoruz.
Suudi Arabistan Niye Sakin?
Dördüncüsü, madem Amerikancı despotlar devriliyor o zaman Suudi Arabistan’da niye tık yok? Niye bütün olaylar Suudi Arabistan’ın İran etkisinden korumaya çalıştığı ve kendi Sünni bloğunun içine dâhil etmeye çalıştığı ılımlı İslam adayı devletlerde oluyor? Eğer ki ABD bölgedeki despotları değiştiriyorsa idamlarıyla meşhur Suudi kralına niye dokunmuyor?
Ara sonuç olarak bu değişim dalgasının İran ya da Rusya ile bir ilgisinin olmadığını söylemek mümkündür. Ancak ABD’nin ve İsrail’in Mübarek’i destekler açıklamaları, alışıldık şekliyle söylersek demokrasiden yana tavır koymamaları bu hareketlerin ABD’ye karşı yapıldığı imajını yaratmaktadır. Fakat işin aslı, İran açıklamasında olduğu gibi burada da öyle değildir kanaatini taşıyorum.
Yeni Yönetimlere Meşruiyet Gerek…
ABD’nin –aslında değiştirmek istediği- mevcut despotlara bu şekilde destek vermesinin tek bir amacı olabilir. ABD, bu tavrıyla bu despotların yerine gelecek yeni yönetimlere “ABD’nin adamı olmayan ve demokrasi ürünü bir yönetim” imajı kazandırmak istiyor. Bu şekilde global kamuoyunun da yeni gelecek yönetimleri kayıtsız şartsız desteklemesi için alt yapı oluşturuyor.
Aksi durumda zaten Hürmüz Boğazı’nda bir kontrolü olmadığı için İran petrolünü yeterince kontrol edemeyen ABD’nin Kızıldeniz’i de riske etmesi mümkün müdür? Bu ihtimale şans veren analistlerin diplomasını yırtıp atması gerekir. Şunu hepimizin bir kenara yazması gerekir; ABD, bölgedeki diktatörlerinden vazgeçiyor bizimle 1950’den başlattığı nikâhsız kuma dönemine giriyor. Bu bakımdan kim gelirse gelsin ABD ile iş tutmak zorundadır.
Yemen’deki ABD Operasyonları ve Halk Hareketleri
Bu arada Yemen de karıştı. Oranın da diktatörü 32 yıldır iktidarda. Onunla doğan çocuklar şimdi devlet yönetecek yaştalar. Haliyle aynı sistemik birikim orada da vardır. Fakat Yemen’de farklı olaylar da söz konusu. Hatırlayalım, Yemen bu olaylardan önce ülke sınırlarının içine yapılan teröristlere yönelik ABD ve Suudi Arabistan askeri operasyonları ile de gündemdeydi.
Kızıldeniz’in çıkışını tutan bir ülke olarak Yemen, ABD’nin Irak’tan çekilirken yerleşmeyi planladığı, bu yönde ciddi adımlar attığı oldukça stratejik bir ülke. Ülkenin jeostratejik konumu buraya konuşlanacak askeri birliklere; özellikle nükleer taktik silahlar ve bize yerleştirilecek olan Füze Kalkanı benzeri savunma sistemleri aracılığıyla Asya, Avrupa ve Afrika’da oldukça geniş bir coğrafyayı kontrol etme imkânı vermektedir.
Türkiye’yi jeostratejik açıdan dünyanın en önemli ülkesi ilan etme gevezeliğini sevdiğimiz için bu gibi detaylar her zaman gözümüzden kaçar. Ancak İran, Rusya, Çin, Sudan, Türkiye gibi ülkelerin çıkar alanlarını ve bu çıkarlar için yürütülen çekişmeyi gözümüzün önüne getirdiğimizde Yemen’in ne kadar stratejik bir ülke olduğu ortaya çıkar. Bunun yanında Yemen, ABD için Rusya ve İran kaynaklı birçok tehditten kısmen de olsa arınmış güvenli bir liman. Ayrıca Sovyetlerin çökmesinden bu yana Somali ve Sudan etrafında gelişen bir takım olayları göz önüne alırsak gerek Mısır gerekse Yemen’deki olayların anlamı biraz daha değişir.
Afrika’da Çin-ABD Çekişmesi
Son yıllarda Çin’in Afrika’yı bir ekonomik havza ilan ettiğini ve bu bölgede başta enerji üretimi olmak üzere pek çok alanda hatırı sayılır yatırımlar yaptığını görmekteyiz. Adını bile birçoğumuzun bilmediği sıradan ülkelerin Çinli yöneticiler ve Çin Devlet Başkanı tarafından defalarca ziyaret edildiğini, bu ülkelere hatırı sayılır hibe ve kredi yardımlarının yapıldığın hatta bazı borçların silindiğini görmekteyiz. Velhasıl Afrika, Çin için dünyadaki her ülkeye göre daha önemli bakir bir coğrafya. Hatta Çinlilerin “Avrupa sömürdü biz ise Afrika’yı yeniden imar ediyor, zenginleştiriyoruz” yaklaşımıyla dünyaya caka sattığını da görmekteyiz.
Afganistan’a ve Irak’a bile Çin’i durdurmak maksadıyla girmiş olan bir ABD’nin şimdilerin soft power geleceğin hard power düşmanı Çin’in hamlelerini görmezden gelmesi mümkün değildir. Bu bölgedeki olayların bir özel sebebe bağlanması gerekiyorsa ilk önce Çin’in durdurulması diye adlandırabileceğimiz yeni ve karışık bir stratejiye bağlanması gerekmektedir. Çünkü sonuçtan yola çıkarsak özellikle Mısır’daki değişim; ekonomik adımlar, askeri hedefler ve nitelikler açısından en çok da Çin’in bölgedeki çıkarlarını etkileyecektir.
Afrika, Çin için geliştirilebildiği zaman çok önemli bir pazar. Asıl önemli olan taraf ise enerjide Rusya hinterlandına önemli bir bağımlılığı olan Çin, yumurtaların hepsini aynı sepete koymak istemiyor. Bu yüzden Çin’in bölgedeki yatırımlarının büyük kısmının enerji üretimi alanında olduğunu görmekteyiz.
Sudan’ın Bölünmesi
Bu arada Çin’in Afrika’daki en büyük iş ortağı Sudan’dır. Ama BM eliyle Sudan’ın bölünmesinin kırkı bile çıkmadı. Hem de Çin’in en çok ihtiyacı olan petrolün üretildiği Güney Sudan, Çin’in müttefiki El Beşir’den koparıldı.
Sudan’ın bölünmesinin uzun vadede bir diğer etkisi de Sudan – Mısır arasında savaş sebebi sayılan Nil Nehri’nin statüsü ile ilgilidir. Ayrıca bu statü değişikliğinin Fırat ve Dicle Nehirleri için emsal teşkil edecek olması bölgedeki değişikliklerin bizi düşündüğümüzden daha fazla etkilediğini göstermektedir.
Çin henüz bir açıklama yapmadı, sessiz. Ne gibi bir karşı atak gelecek bilmiyoruz, muhtemelen de dünyanın atölyesi olma vasfını koruyabilmek için olayı görmezden gelecektir. Ama Çin’i izlemekte fayda var.
Herkesin merak ettiği bölgedeki değişimi kimin niye istediği ve kimin bölgeyi karıştırdığıdır. Bu soruya dört dörtlük bir cevap hiçbir zaman bulunamayacaktır. Ancak henüz olayların gidişatı tam kestirilemezken olaylara ilk ve en diri müdahale Türkiye’den geldi.
Türkiye, Ortadoğu’nun Ağabey Ülkesi mi?
Partisini, kabinesini ve kendisini eleştirenleri nerdeyse terörist ilan eden Sayın Başbakan yaptığı açıklamada Mısır halkının beklentilerini önemsediğini söyledi. Ardından Sayın Davutoğlu da benzer açıklamalar yaptı. En sonunda Sayın Cumhurbaşkanı yaptığı “Sayın Mübarek bu işi artık bir takvime bağlamalı” açıklamasıyla Mısır’daki olaylara Türkiye’yi resmen taraf ettiler. Türkiye açıkça Mübarek’e görevi bırak diyor.
Mısır ise “Türkiye kendine baksın, bu işe burnunu sokmasın” şeklinde sert bir cevapla karşılık verdi. Fakat ağız dalaşına dönüşen bu atışmada en son Sayın Başbakan, “Ortadoğu halkları tabii ki bizi ilgilendiriyor, gittiğimizde bize soruyorlar” mealinde, hissettiği sorumluluğu öne çıkaran bir açıklama yaptı.
Son sözler içerik olarak çok manidardır aslında. Çünkü bir ülkenin başbakanının doğrudan sorumlu olduğu insanlar kendi halkıdır. Ancak kendi halkının sorumluluğuna eş br sorumlulukla hareket ediyor görüntüsü veren bu açıklamalar Türkiye’nin kendine komşularıyla ilgili olarak farklı bir rol biçtiğine işaret etmektedir. Bir ülke vatandaşı derdini sıkıntısını ancak kendi yöneticilerine anlatır, onlardan yardım diler. Yöneticiler de ancak kendi vatandaşlarının sorumluluğunu taşırlar.
Proaktif Dış Politika ve Gerçeklikler
Yöneticilerimizin bu açıklamalarının yeni dış politika stilimizi ifade etmek için kullanılan proaktif dış politikanın öncülleriyle birebir örtüştüğünü, kendi içinde bir tutarlılık gösterdiğini görmekteyiz. Bu yüzden bu politikanın kendi insicamı doğrultusunda Türkiye’nin hassasiyetinin alkışlanması gerekir.
Fakat zaman içinde Türkiye’nin bu tavrının dış dünyadan bağımsız olmadığını göreceğiz.
Sebebine gelince; derinlik sarhoşluğu yüzünden son birkaç yıldır yalpalayan, önüne çıkan her duvara toslayan dış politikamızın kendine özgülük sorunudur. Sayın Başbakanın realist temposuna ayak uyduramayan bir idealizmin savunucusu olan Sayın Davutoğlu çok şey yapmak istiyor ama rakiplerin karşı hamlelerini hesaplamakta büyük bir acemilik çekiyor.
Bugün bir imparatorluk rüyasıyla sermest bir şekilde diplomasi koridorlarını arşınlarken Avrupa’nın Roma’dan beri “mare nostrum/bizim deniz” dediği Akdeniz’de kendi limanlarımızdan başka kaç limanımız kaldı?
Girne ve Magosa limanlarına bile sahip çıkamayan bir Türkiye’nin Kızıldeniz hakkında söz söylemesi abesle iştigalden başka nedir?
Bugün AB’nin müzakereye açtığı “Çevre” başlığı kapsamında Fırat ve Dicle’nin bile statüsünü koruyamayacak[2] olan Türkiye’nin Nil’in yeniden taksim edileceği masada ne işi olabilir?
Türkiye ABD’nin Bölgedeki Sözcülüğüne mi Soyunuyor?
Türkiye’nin şu an ki çıkışı kendi gerçekliğinden oldukça uzaktır. Çünkü her şeyden önce –hangi sebeple olursa olsun- kendine muhalefetini ortaya koyan gösteriler için acımasız yöntemler kullanan bir ülkenin başka bir ülkenin halkının sokak eylemlerini kutsaması tutarlı değildir. Velev ki buradaki haksız olsun öteki haklı olsun, yine de ikisini farklı kefeye koymak hükümetin takdirinde değildir.
Ki, sokak hareketlerinin meşruiyeti iktidarların onu onaylaması ya da onaylamasıyla ilgili değildir. Sokak hareketlerinin temel meşruiyeti ihtiva ettiği güçle ve ülkenin yönetimine ortak olma ihtimali ile alakalıdır. Çünkü bir hareketin iktidara gelme ihtimali artmışsa ülkeler artık onun amacına fazla bakmaz, onunla daha şimdiden ilişkisini kurarak mevcut menfaat dengesini korumaya çalışırlar.
Bu dünyanın her yerinde birkaç istisna hariç böyledir. ABD susarken Türkiye’nin ABD’den beklenen çıkışı yapması ise başta dediğimiz gibi yeni gelecek yönetimi bir ABD antipatisi ile donatmamak içindir. Ayrıca İsrail salvolarından beri Arap sokaklarının da Sayın Başbakan’a önemli bir sempatisi vardır. Sayın Başbakan’ın bu çıkışları yeni gelecek yönetimin meşruiyetini güçlendirmektedir.
Öz ifadesi ile şu an Türkiye’nin yaptığı farkında olarak ya da olmayarak yaptığı şey; yarın bir şekilde ABD yönetimi ile halvet olacak müstakbel iktidarın Arap Dünyası’na şimdiden takdim edilmesinden başka bir şey değildir.
Sonuç;
Bugün Akdeniz çevresinde yaşananlar Akdeniz’de kâğıtların yeniden karılması anlamına gelmektedir. Fakat bu olayların Ortadoğu ve Afrika boyutu sanılandan daha önemlidir. Bu olaylarla bu bölgelerin hepsinde, diktatörlükler vasıtasıyla sürdürülen kontrol dönemi sona ererken kapitalizmin Türkiye’de başarılı olan “Demokrasi ile sömürme dönemi” başlayacaktır.
En önemlisi ise Çin’in bölgede artan gücü ötelenmeye çalışılacaktır.
ABD, sevilmeyen kumasını çöpe atarken beline kuşağı bizim bağladığımız yeni adaylarla yoluna devam edecektir. Fakat kriz yönetiminde başarı gösteremeyen ABD’nin kaoslarla kriz yönetme teknikleri zaman içinde başına büyük çoraplar örebilir.
Bu yüzden Türk idaresi gerçek bir feraseti gösterebilirse Arap sokaklarının ateşi Türkiye’ye kısa vadede Misak-ı Milli’nin uzun vadede ise daha geniş coğrafyaların kapısını açabilir.
Bu çerçevede Türkiye’nin getirebileceği en somut öneri şudur:
Cesur bir şekilde BM Konseyi Daimi üyelerini bölgedeki olaylara aktif bir şekilde müdahil olmaya davet etmektir. Mübarek ve benzerlerinin derhal görevi bırakması istenerek denetimi BM’ce yapılacak geçici yönetimler kurulmalı ve 6 ay içinde seçimlere gidilmesi karara bağlanmalıdır. Türkiye bunu başarabilirse, gerçekçi bir seçimle gelen yönetimler de halklarına gerçek bir bağımsızlık getirirken Türkiye’nin itibarına da her daim selam dururlar.
Diğer yandan bu isyanlar bize BOP’un sandığımızdan daha kompleks bir çalışma olduğunu gösterecektir. Bize uzun vadedeki en önemli etkilerinden birisi ise Nil Nehri ve Nil Su Havzası’nın paylaşımından hareketle Fırat ve Dicle Nehirleri üzerinden olacaktır…
[1] Bu konuda Yazar Kenan Çamurcu; “Madem bu gösteriler ABD’nin adamına karşı düzenleniyor, neden o zaman bir Allahın kulu Filistin’in hayat damarı olan Refah Kapısı önüne gelmez. Neden modern Berlin Duvarı diyebileceğimiz ve Filistin’i tecrit eden bu duvar hala yıkılmaz?” diye sormaktadır. Sonuçta bu duvar, Mübarek’in ABD ve İsrail aşkının abidevi simgesi değil midir? Gerçekten de içinde Hizbullah’ın ve Müslüman Kardeşlerin olduğu iddia edilen milyonluk gösterilerin şimdiye kadar böyle bir yöneliminin olmaması dikkate değerdir.
[2] Bu konudaki tartışmalar için http://www.stratejikboyut.com/haber/turkiyenin-su-politikalari-ve-onundeki-engeller--29308.html ve http://www.birincikuvvet.com/Halil_Dag/465/Suyu_bulandirmak.html yazılarına bakılabilir.