Ahiret Neden Gereklidir? (II)
İnsan mı Dine Muhtaçtır, Din mi İnsana Muhtaçtır?
Bu nedenlerden ötürü insan birey olarak adil ve eşitlikçi bir yönteme yani dine ihtiyaç duyduğu gibi toplum olarak da ona muhtaçtır. Çünkü o, yaratılış itibariyle toplu yaşayacak şekilde programlanmıştır, hayatını devam ettirmek için başkalarına muhtaçtır. Hiçbir insan tek başına bütün ihtiyaçlarını karşılama gücüne sahip değildir. Bir arada yaşama birtakım kuralları ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını gerektirir. Toplumun düzeni ancak bu şekilde sağlanabilir. İnsanlar dünya hayatında karşılıklı bazı hak ve ödevlerle birbirlerine bağlanmış durumdadır. Böyle olmadıkça toplumun devamı mümkün değildir. Bize göre tabiat Tanrının tekvini(doğal) kanunu olduğu gibi, din/yöntemde Tanrının teşrii (hukuki) kanunudur ve her ikisi de vazgeçilmezdir. Yerçekimi kanununun tabiat için ifade ettiği anlamın bir benzerini toplumun huzur ve mutluluğunu esas alarak adalet ve eşitlikten yana uygulanan kurallar ifade etmektedir. Biz bu kurallar bütününe ahlak diyeceğiz.
Geçmişten bugüne uzanan tüm hukuk sistemleri suç-ceza ilişkisi üzerine kuruludur. Ancak bu salt ceza sistemi insanın maddi ve manevi/ruhi kavramlardan oluştuğu gerçeğine uygun değildir. Bugüne kadar toplumların belirlediği hiçbir hukuki normda kurallara uyana şu şu ödüller verilecektir denmemiştir. Aksine kuralı ihlal edene şu şu cezalar uygulanacaktır esası hakimdir. Bu kısım elbet insanın madde kısmı ile ilgilidir. Peki, insanın manevi/ruhi/mana kısmının ödülü nerededir? İnsanın maddi kısmının cezası zaten hapis ile özgürlüğünün kısıtlanması ise veriliyorsa peki bu vicdan dediğimiz, direk insanın mana kısmına isabet eden ceza da neyin nesidir? Yaptığı hiçbir eylemin arkasına ilahi bir gücü oturtmayan bir insan bile kimsesiz bir çocuğun başını okşadığında bir haz alır. Peki, bu hazzın yeri neresidir? Bu haz insandaki manevi/ruhi kısmın ödülü değildir de nedir?
Gözlemleyebildiğimiz dünya soğuk-sıcak, aydınlık-karanlık, küçük-büyük, erkek-dişi gibi zıtlar dengesi üzerine kuruludur. Bu zıtlar dengesi üzerine gözlemlediğimiz gerçek/var dediğimiz dünyada kendini salt maddeye endeksleyen insanın iyilik-kötülük, doğru-yanlış, mutluluk-mutsuzluk gibi kavramları, insanın ruhi/manevi kısmına giydirmekte neden zorlanıyoruz? Bu ruhi/manevi kavramları insanın içsel dünyasında uygun yere koymak yerine, bunlar göreceli kavramlardır ve kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir demek insanın kendine ve kendiyle buluşturduğu ve barıştırdığı bu kavramlara yapılabilecek en büyük haksızlıktır.
* Ahiret’in Mantıksal Delilleri ve Ahiretin Hedefi:
Birazda ahiret fikrinin mantıksal delillerine bakalım.
Ahiret fikrinin esası adalet kavramına dayanır. Kısaca her yapılanın karşılığını bulacağı bir hayat sistemi diyebiliriz. Bu nedenle ahiret hayatının en önemli mantıklı delillerinden biri de bu adalet kavramıdır diyebiliriz.
Bilim bize bugün gösteriyor ki doğada asla bir yok olma söz konusu değil. Gözlemlenebilen tek gerçek değişim. Bu; objektif bir bakışla ve insanın gözlemlediği dünyada yukarıda anlattığımız gibi mana boyutunu da görmezden gelmeden dürüst bir yaklaşımla irdelendiği zaman insanın ikincil bir hayatı kaçınılmazdır. Şöyle ki; Bilimsel veriler insanın ölünce azot olarak toprağa karıştığını yani bir şekilde yok olmadığını ve farklı maddi bileşenlerle var olduğunu gösteriyor. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere akıl/ego çatışması yüzünden tam bir adalet ve eşitliğin insan eliyle sağlanamayacağı gerçeğinden hareketle ikincil bir hayat ve bunun bir uygulayıcısı mantıksal olarak zorunlu hale geliyor.
Bilim diyor ki; evrenin oluşmasında Tanrı’ya gerek yoktur, her şey eşyanın tabiatıyla alakalıdır ve bu döngüyü sağlayan madde ve kendi yapısıdır. Canlılığın tek amacı neslini devam ettirme ve hayatta kalma çabası olduğundan canlılar bu yönde eğilim gösterirler. İnsan dışındaki varlıklara baktığımız zaman onlarında kendilerince sosyal bir hayat tarzı benimsediğini görürüz. Çoğunluğun faydasına aykırı davranış sergileyen canlının ise gruptan soyutlandığını/dışlandığını biliyoruz. Ama durum insan denen canlıya gelince farklılaşıyor. İnsan da diğer canlılar gibi hayatta kalma ve neslini devam ettirmekle beraber gücü sayesinde eşitlik ve adaletten yana bir toplum oluşturmasının aksine gücü elinde bulunduranın her şey hakkıdır zihniyetini ön plana çıkarmıştır ve bunun adına da en bencil dürtüsünü saklarcasına ilericilik demiştir.
Ahiretin gaye ve hedefinin ahiret hayatı değilde bu dünya hayatı olduğu gerçeğini kavrayamadığımız sürece ahiret gereksiz ve anlamsız bir olgu olacaktır. Ahiret varlığının nedeni bu dünyadır. Dünyaya nizam vermek içindir ve insan kendine verilen yetileri bu nizam için kullanmalıdır. İnsanın sorumluluğu da bu esasa dayanır.
Daha iyi ve kaliteli yaşam adı altında sömürü ve adaletsizlik ilke edinildi, desteklendi ve palazlandı. Mülkiyet kavramı ile her canlının eşit miktarda ve eşit hakka sahip olduğu yeryüzü parsel parsel bölüşüldü. Bu sistemin insanlığı birbirine kırdıran sistem olduğunu savunanlar hep kavga etti ve bu kavga edenler ya kaybetti ya da kaybettirildi. Binlerce yıl önce söğüt gölgesinde serinleyen bedende huzur bulan yüreğimize bugün koca evren az gelmeye başladı. Söğüt gölgesi yeter dediğimiz aklımıza maldiv adaları, hawaide tatil yetmez oldu. Ve böylece ‘içimizdeki kendi’mizden koparılıp ‘dışımızdaki başkalarının beğenilerine göre hareket etmeye başladık.
* Dini Yozlaştırırken En Çok Çocuklarımızı Kullanıyoruz:
Okullarımızda okuma-yazma öğretilirken ilk aşamada Lafonten’in “Cırcır Böceği ile Karınca”sı ezberletilir. Yaz boyu çalışmayıp saz çalan Ağustos Böceği, kış gelince mutlu yuvasında keyif çatan, çalışkan karıncanın kapısından kovulur. Dışarısı tipi-ayaz. Lakin karınca tembel diye cırcır böceğine el uzatmaz. Çünkü kendisi yaz boyu çalışmıştır. İşte aşağılık çocuk hikayesinin özü budur. Tam da bireyci, egoist zihniyete yaraşır cinsten.
Çalışkan karınca tembel böceğe yardım etmiyor. Peki yardım nedir? Yardım: “Çalışıp kazananın değil, çalışabilme ve kazanabilme imkanlarına sahip kişilerin varlıklarını yoksunlarla paylaşabilme erdemidir. Ben çalıştım, sende çalış kazan felsefesi biriktiren cimrilerin cimriliklerini örtmek için kurdukları mantık kurmacasıdır. Kahrolası karınca, hatalarıyla kapısına gelen cırcır böceğine ahlak dersi veriyor. Ahlak dersle olmuyor, ahlak ceptedir ve avuçla dağıtılır. Fakirin ahlakı olmuyor ve zaten olunca da inanmıyorlar.
Ayrıca larvaları toprağın altında yıllarca kalan Ağustos Böcekleri, sadece Ağustos ayında hayatta olabiliyorlar. Bir aylık ömürlerinde niçin çalışsınlar? Çoğalıp evlenmeleri gerekiyor. Zira çiftleşebilmeleri en güzel sesi çıkarabilmelerine endeksliyken! Şu halde cırcır böceğinin kışın ortasında pinti karıncanın kapısına gitmesi imkansız! Çocuk masalı yazdınız diye çocuk mu kandırıyorsunuz.
Bir lokma, bir hırka ile doyurduğumuz bedeni önce patlayana kadar şişirdik, sonra bu şişkinlikten rahatsız olduk diye kelepçe taktırdık. Hırkaların yerini en az biz kadar yaşam hakkına sahip canlıların elbiseleri aldı.
Halbuki Tanrının lütufları, nimetleri, arz ve talepleri, mükafatları ve cezaları da ortadadır. Akıl dediğimiz yeti bunu görmek ve kavramak için yeterlidir. Halen kendisine yönelmek istemeyen bizlere “Dinde Zorlama Yoktur” derken bağlarını bizden kopartıp hidayetini bizden esirgediğini anlatıyor. Din vardır, zorlama yoktur. Varı yokla yok edemeyiz ama yokun ilacı varlıktır.
*İnsanın Hukuku, Tanrı’nın Hukuku:
Günümüz hukuku haksız yere insan öldüren katile hapis cezası veriyor ve bunun arkasındaki esas amacında katilin topluma kazandırılma süreci olduğunu savunuyor. Öncelikle bana yapılan zulüm için benim adıma bir başkasının ceza sunması her şeyden önce hak ve adalet sistemine tamamen aykırıdır. Tanrının ise bu konuda tavrı şudur: Cana can diyerek insana kısas hakkı vermekle beraber, bağışlama sizin için daha hayırlıdır öğüdü ile, zulme aynısı ile karşılık verme hakkını verirken ana gayenin zulme karşılık verme değil de, zalim bağışlanarak zalime bir kez daha fırsat verilmek suretiyle hem topluma kazandırma anlamında öncü bir adım atmış, hem de katilin karşılaştığı iyilik tavrı ile hayatını devam ettirmekle beraber tercihini iyi ve doğrudan yana devam ettirebileceğinin de önü açılmıştır.
Tarihe ve bugüne baktığımızda tam bir adalet ve eşitliğin tesisi insanın egosu yüzünden mümkün olmamıştır. Toplumların hukuk kuralları bazen öyle esnek yerleştirilmiştir ki zalim ile mazlum adeta yer değiştirmiştir. Peki, böyle bir dünya düzeninde zalim kendi eliyle var ettiği hukuk sisteminde daima haklı ve güçlü görünecek, mazlum ise zulme uğramaya devam ederken zalim ilan edilecektir. Mazluma yapılan bu haksızlığa da insanın kendi eliyle var ettiği hukuk sistemi çözüm bulamayacak olduğundan son bir mahkeme ve son bir yargılayıcı olarak Tanrı gerekli değil midir?
Bilinçli bir şekilde iyilik ve adaletten yana tavır alanlar ahirette misli misli ödüllendirilir, kötülük yapanlar ise sadece yaptıkları kötülük kadar ceza alırlar diyen Tanrı mı adil ve cömert, yoksa biz mi?
Bu sebeple kaçınılmaz olan ikincil hayat ve Tanrı zorunlu olarak karşımıza çıkmaktadır. İnanca göre kıyamet ile son bulacak canlı yaşamdan sonra ikincil bir hayat başlayacaktır ve yaratıcı için zorunlu olarak olmak zorunda olan 2. var etme Tanrı için zor olmayacaktır, zira 2. yaratmanın ilk yaratmadan hiçbir farkı yoktur hatta daha da kolaydır diyebiliriz. İşte bu ikincil hayata dini terminoloji ahiret der.
Şimdi de olayı biraz inananlar ve inanmayanlar açısından irdeleyelim:
İnanan için durum şudur:
İman – vahiy = Önbilgi
Bu önbilgiyi kabul için insanı, eşyayı tanıma, objektif bakış ve dürüst yaklaşım yeterlidir.
İnanmayan için ise durum şudur:
İnkar için önşart yoktur. Önyargı yeterlidir. Her şeyin sebepsiz ve nedensiz bir ortamda canlılığın hayat bulduğu düşüncesinden hareketle kişi hiçbir yaptığına neden/sebep gösterme gibi bir eğilime girmek zorunda değildir. Nasıl eşyanın tabiatı öyle ve öyle hareket ediyor diyorsa, insanın tabiatı da bu gibi bir önyargıya hayatını bağlayarak kendinden başkasına iyilik ve yaşam hakkı tanımama üzere tercih gösterebilir. Ahiret inancı olmayan ya da zayıf olan insan SABIR yeteneğinden mahrum olabileceğinden BEKLEMEK onun için ızdıraba dönüşebilir. Ve hedefine giden yolda kendinden başka bir canlıya yaşam hakkı tanımadan ilerler. Bu bilinçli inkardır.
Bilinçsiz inkâr için ise şu söylenebilir:
Nasıl ki çok kuvvetli bir ışık karşısında bu ışığa sürekli bir müddet bakma sonucu gözlerimiz kamaşır ve bir müddet göremez/algılayamaz oluruz, bilinçsiz inkarı ise buna benzetebiliriz.
İkincil hayatta muhatap alınacak kişiler işe şunlardır:
Bilinçli bir şekilde eylemde bulunan insanlar muhatap alınacaklardır. Bana göre ahiret bazı kişilerce bu dünyanın birebir yansıması, bazı kişilerce de çapraz yansımasıdır.
Bilinçli bir şekilde iyilik ve adaletten yana tavır alanlar iyilik ile karşılık bulacaklar, bilinçli bir şekilde kötülük ve haksızlıktan yana tavır alanlar ise kötülük olarak karşılık bulacaklardır.
Peki, bugünkü yetersiz/haksız/çapraşık hukuk sistemine göre haksızlığa ve zulme uğrayan ve zulüm içinde hayatını sonlandıran kişinin durumu ne olacaktır? İnsanın akıl ile kavrama yetisi hiç kimseye sinerek/susarak/mücadele etmeden beleş bir ikincil dünyayı sunmaz. Bu kavrama yetisi kişiye çabalamadan, haksızlığa başkaldırmadan bedava bir cennet vaat etmez. Tüm çabalarına rağmen zulme uğrayanın hakkı iyilik olarak kendisine geri dönecektir. Ve canlılığın amacının nesli devam ve hayatta kalma çabası savıyla her türlü zulmü yapanın ve bu dünyada her türlü refaha ve mutluluğa sahip olanın ikincil hayatta karşılığı da zulüm ve ızdırap olarak kendisine geri dönecektir.
Peki sakat doğanlar, zeka geriliği olanların durumu ne olacak.
Zeka geriliği demek yeter seviyede kavrama kabiliyeti yoksunluğu olduğundan bu kişiler yaptıkları eylemlerden sorumlu tutulmayacaklar/tutulamazlar.
Peki ya sakat doğanlar. Bize göre bütün uzuvları tam dünyaya gelen ile eksik gelen arasında pek bir fark yok. Ayrıca bu gibi durumlar Tanrı’nın sisteminde sebep-sonuç ilişkisi olarak da değerlendirilebilir. İnsan kendi egosu yüzünden kendine benzeyeni, kendi gibi düşüneni kabul eder ve benimser, diğerini ise dışlar. Bu tür ayrımcılık bireyler/toplumlar arasında haksızlık ve adaletsizliğe yol açar. İnsan şöyle düşünmelidir: ‘Benim neye hakkım varsa onunda vardır. Bize göre eksiklik/kusur olarak algılanan verilerle bile bizden tam bir adalet ve eşitlik ilkesi ile tavır bekleniyor’ demelidir. Yani insana pinti karınca olmaması, pinti kimliğinden sıyrılıp imkan bulabildiği için edindiği edinimleri çeşitlik imkansızlıklar yüzünden sahip olamamış yoksunlarla paylaşması önerilmiştir.
Hayatı yanlış ya da eksik algılayanlar ölümü hatırlamayı arzu etmezler. Çünkü bu hatırlama, onlara yaşadıkları bu hayatın akla ve vicdana uygun düşmediğini gösterir. Ölüm düşüncesinin dehşet ve korku doğurması, insanın maddi varlığının ortadan kalkması ile son bulacağı endişesinden kaynaklıdır. Hayatı bir bütün olarak kavrayanlar için ‘hayatını kaybetme/yok olma korkusu’ söz konusu değildir. Çünkü bir kere var olduk ve varlıktan yokluk çıkmayacağına göre bizler için artık bir yok olma söz konusu değildir diye düşünürler. Bu nedenle akıl/ego çatışmasında aklı zafere götürecek eylemlerde bulunurlar.
Özetle şunu görüyoruz ki: Hiçbir dini öğretinin ulaşmamış olduğu ilkel diye nitelendirdiğimiz bir kabilede bile biri diğerine haksız yere bir taş attığında illaki bunun kötü bir eylem olduğunun farkındadır. Bu farkındalığı ona akıl ile verilen derin kavrayış yetisi sunar. Akıl-vicdan işleyişi insan tarafından amacına uygun kullanılmadığından tam ve eksiksiz bir adalet ve eşitliğin tesisi için ikincil bir hayat ve bu ikincil hayatta bunu uygulayıcı adil/tarafsız/objektif bir Tanrı şarttır.
Güzellik şu ki; ellerindekini dağıtarak dünyadaki topraklarını azaltan yürekten inanırların öbür dünyadaki arazileri katlanarak çoğalır. İçimizdeki Freud’lar bu dediklerimi şizofrenik bulacaklardır. Diyelim ki öyledir ve bu inanç yumağı deliliktir. Şimdi soruyorum: Böyle bir deliliğin hangi insana zararı dokunur? Herkes böyle düşündüğünde yeryüzü cennet olmaz mı? Yada ölümlü insan için başka cennete gerek var mıdır?
Bir varlığı gerçekten seviyor olmanın en temel ölçüsü, sevdiğinizin isteklerinin size ağır gelmemesidir. Yürekten inanırlar Tanrıya sevgi bağı ile bağlıdır, korku ile değil. Onların Tanrıyla ilişkili tek korkuları ölmekten değil ADAM (ADEM) olamadan ölmekten korkmalarıdır.
Çok özel bir not: Bu yazıyı hazırlarken faydalandığım ve değer verdiğim insanlara (özellikle başta Bülent Akyürek ve ismini buraya yazamadıklarıma) sonsuz şükranlarımı sunarım. Öznesi insan olan herkese mahsus selam ederim.