08 Eki
Parkın içinde yapraklar sararmış, ağaçların dibindeydi. Sabahın erken saatinde de kimsecikler yoktu. Birkaç kişi parkın ortasındaki kafedeydi. Kapıya tam elimi uzatmıştım ki, otuz-otuz beş yaşlarında bir delikanlı hafif dökülmüş saçları ve tombulca yüzündeki gülümsemesiyle göz göze geldik. Bana, Murathan Mungan’ın “Tehlikeli Masallar” adlı kitabını okuduğumu ve kendi yazdığı şiir dizelerini mırıldanırken sesi titriyordu… “Okudunuz mu?” diye tekrar ettiğinde, henüz adını bile tanımadığım bu gencin rahatsızlığı hareketlerinden belliydi. “Adım Murat, Psikoz hastasıyım” dedi. Bende adımı söyleyerek tokalaştık.
“Biliyor musunuz, kafamda bir roman tasarımı var. Sizde yazıyor musunuz?” sözüne, gülümsedim. “Bir şeyler karalıyoruz” diyerek içerinin sıcaklığına geçip günün gazetelerini okumak istedim. “… Şimdiye kadar seksen kitap okudum, bin kitap daha okumam gerekir. Sahi roman yazmak zor mu?” diye konuşmasına devam etti.
Ona roman hakkında birkaç tüyo verip içeri geçtim. Her zaman oturduğum koltuğa geçip gazetemi okumaya başlaşam da aklım dışarıdaki gençteydi. Rahatsızlığı her halinden belliydi. İçeri girdi. Çay ocağındaki kızların yanına geçip onlarla sohbete başladı. Orhan Veli’nin, “Ağlasam sesimi duyar mısınız, mısralarımda;/ Dokunabilir misiniz, gözyaşlarıma, ellerinizle?/ Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,/ Kelimelerinde kifayetsiz olduğunu / Bu derde düşmeden önce, / Bir yer var, biliyorum;/ Her şeyi söylemek mümkün;/ Epeyce yaklaşmışım duyuyorum;/ Anlatamıyorum.” Mısralarını sonlandırdı. "Son zamanlarda artık beni üzecek romanlar okumuyorum, şu sıralar Stephan King’in romanlarını okumaya başladım” diyen genç kıza; “ Orhan Veli sence neden ‘Ağlasam sesimi duyar mısınız’ diyor?” sözüne kızlardan yanıt yoktu ama, ben genç delikanlının içindeki fırtınanın uzaktan habercisiydim.
Gazetenin ikinci sayfasını çevirdiğimde, delikanlı göz ucuyla bana bakıyordu. Bakışımdan cesaretle yanıma geldi. Nazikçe, “Oturabilir miyim?” dediğinde, bende kızlara, bir çay daha söyledim. Çayımızı yudumlarken edebiyat üzerine sorduklarına yanıt vermeye çalıştım. “Yalnızım” derken gözleri buğulandı. Sesi titremeye devam etti. İç geçirerek “…Evliydim, biri on yaşında bir kızım, diğeri de yedi yaşında erkek çocuğum var. Güzel de bir işim vardı. Ama hastalık beni bulunca ailemde dayanamayıp haklı olarak benden ayrılıp annelerinin yanına yerleştiler.
Onları zaman zaman görüyorum.” Sözünden sonra “Hiç roman yazdınız mı, zor mu?” diye tekrarladı. “Hayır, kurguları ve okuyucuyu içine çeken sözcükleri dizeledikten sonra kolay” dedim. Gazeteye elimi işaret olarak bıraktığım satırlara tekrar baktığımda; “Ben sizi gazetenizle baş başa bırakayım” diyerek yanımdan uzaklaşıp tekrar dışarıdaki masasına geçti.
Kafeye seksen yaşlarında fötr şapkalı zayıf ve pantolonu ütülü, kravatı lacivert ceketine uyumlu bir amca girdi. Gür çıkan sesiyle garson kızlara seslendi: “Evladım bana bir çay!” diyerek elindeki paketi sehpaya bıraktı. “… Dışarısı soğukmuş, sonbaharda da kış olur mu!” diyerek damarları dışarı fırlayan morarmış ellerini birbiriyle ovuşturup, ağzına götürüp ısıtmaya çalıştı. Amca karşımdaydı. Elindeki poşeti açarken içindeki reçel kabını ve iki poğaça ve birkaç zeytini, getirdiği gazete parçasının üstüne yavaşça serdi.
Garson kızın getirdiği çayına paketli kesme şekerini uzun süren mücadeleden sonra ancak atabildi. Çayını karıştırıp bir yudum çekip, bana, “Hele gel karşıma otur bakalım, biraz sohbet ederiz” sözü üzerine, gazeteyi bırakıp amcanın karşısına oturdum. “Adım Kazım, Soyadım, Özay Erzincanlıyım.” Diyerek tanışma faslını geçtik. İlkokul mezunu olduğunu ama çok kitap ve gazete okuduğunu söyledi. İnsan kendi kendini yetiştirmeli, derken eline aldığı mendiliyle takma dişlerini gizlice çıkartıp cebine koydu.
Amcanın suratı bir anda on-on beş yaş daha yaşlanmıştı. Bir taraftan kahvaltısını yaparken, bir taraftan da anlatmaya başladı. “Evladım ben töre kurbanıyım. Büyüklerim beni bibimin kızıyla ilkokul dördüncü sınıfa giderken nişanladılar. Yaşım on beş olduğunda da evlendirdiler. Askerden sonra Ankara’da Merinos Fabrikası’nda iş buldum.” Koyu siyah reçeline poğaçasını bandırdı. Reçel parmaklarının arasından yol alıp neredeyse ceketinin kollarına geldiğinin farkında değildi. İkaz ettim.
Bir kaç kez kullandığı peçetesiyle reçelleri özenle sildi. "Çocuk var mı?" soruma, "Yedi çocuğum oldu. Şu anda altmış yaşını geçkin evlatlarım var. İkisi öğretmen” “Maşallah!” diyerek kızlara, çaylarımızı tazelemesini istedim. Çaylar buharı üstünde gelmişti. Kazım amca kağıtlarını açtığı şekere uzunca baktı. “Ah evladım, bu şekeri biz o zamanlar yarım kilo alırdık. Yer sofrasının etrafında da yedi çocuk boğaz derdindeydi. Bağrış, gürültü arasında çocuklar toz şekerlerini hep sofraya dökerlerdi. Artık baş edemiyordum. Bende kesme şekerine döndüm.” derken gülümsemesi, dişsiz damağı ile yanakları sevimlice şişiyordu.
Kazım amca, “Bir gün fabrikamıza Atatürk’ün Cumhuriyeti pekiştirdiği Köşkten yaver ve yanındaki heyet gelmişti. Köşke halı alacaklarmış. Yaver ve askerleri yanımızdan geçerken onlara sıkı bir selam verdim. Yaver durdu, bana baktı ve elimi sıktı. Benim ciddi duruşumla yakından ilgilendi. Biraz ilerledikten sonra geri gelip, kulağıma eğilerek, beni köşke davet etti. Çok sevinmiştim.”
“Gittiniz mi?”
“Gitmez olur muyum!” yanıtıyla gülümsedi. Uzun bir sessizlikten sonra çayının son yudumunu alıp bardağı tabağına itinayla koydu. Gözleri doldu. Ağlamaklıydı. Mendilini çıkartıp gözlerinin sağını solunu defalarca silmeye çalıştı. “Hiç sorma Atatürk ve Cumhuriyet denildiğinde kendimi tutamıyorum. Şu son günlerde yapılanları televizyonlarda izlerken kahroluyorum!”
“Köşke gittiğinizi söylemiştiniz…”
“Atamızın yıllardır kaldığı köşkte emir subayının ismi de Osman Duman’dı. Yıllardan 1960’dı. Darbeden sonraydı, cümlesine nokta koymasını isteyip, “Amca siz darbe yıllarını gördünüz. Menderes’in asılması hakkında neler düşünüyorsunuz?” dediğimde kızar gibi oldu. “Dur şimdi köşkü anlatıyordum. Menderes’in asılmasını İnönü istemedi. Hatta Yassıada’daki komutanlara asılmasının durdurulması için tel bile çektiğini işitmiştim. Ama maalesef iş işten geçmiş ve Menderes’i asmışlardı. Onun ölümünden Yassıada komutanları sorumluydu. Neyse köşke gelelim.
Köşke girdiğimde çok etkilendim. Beni davet eden Osman Yaver toplantıdaymış. Uzun süre bekledim. Geldiğinde tokalaşıp, bana; “Köşkte en çok neyi görmek istersin?” dedi. Bende ona; “ Atamızın kitaplığını ve yatak odasını merak ediyorum” dedim. Hışımla yürüyerek “Beni takip et” dedi. Bir odaya girdik, oda kitaplarla doluydu. Atamızın kitaplarını görünce çok duygulandım. Onlara hayranca baktım.
Değişik raflardan on – on beş tanesinin içini karıştırdım. Bazı bölümlerin altını çizmiş ve yanlarında da kendi notları vardı” sözüyle gözyaşlarını tekrar bıraktı. Teselli ederek anlatmasını istedim. “...Evladım o kitapları gördüm ya, Atatürk’e sevgim daha da arttı. Hiç uyumadan okurmuş. Daha sonra Yaver beni Atamızın yattığı yerleri gösterdi. Önce uzun bir koridordan geçtik. Birinci kapının önünde doldurulmuş bir köpek vardı. Bize onun İngiliz Kraliçesi tarafından hediye edildiğini ve atamızın elini ısırınca köpeği çiftliğe götürüp, orada ‘Sahibini ısıran köpekten hayır gelmez’ diyerek öldürmüşler. Atatürk duyduğunda çok üzülmüş.
Köpeği daha sonra içini doldurup müzeye kaldırmışlar. Biraz ilerlediğimde kaplanın doldurulmuş hali vardı. Koridoru yine sekiz on metre ilerledikten sonra kapıdan içeriye baktım, bir de ne göreyim!” şaşkın yüz ifadesi yine ağlamaklıydı. “… Asker” diyebildi. “Ne askeri?” sözünü bıraktığımda, “ Atamız askeri ranzada yatıyormuş. Yatağını yakından görmek için içeri girdiğimde, hakikaten aslan yattığı yerden belli oluyordu. Yani aslan postu yatağının üstünde seriliydi.” Diyerek ikinci çayını da bitirken, benimde ayrılma vaktim gelmişti.
Hani aklını yitirmiş bir insan gördüğümüzde, ‘Allah insanın her şeyini, parasını, pulunu alsın ama aklını almasın.” derken, "Aman Allah korusun!" diyerek bulduğumuz yere elimizle vururuz ya, İşte bizlerden uzak durnmasını istediğimiz psikoz hastalığı da şizofreniye benzer bir hastalıktı. Kişide ne düşünce ne de mantık bırakıyordu.
Murat kim bilir içinde nasıl halüsinasyonlar görüyor veya delüzyonel inançlar taşıyor, oda bilinmezdi. Kafeden çıkacağım sırada kapının kenarında oturan Murat, "Romanımdaki karakteri öyle anlatacağım ki, özellikle şizofreni olan kahramanımın hasta olduğunu kimse anlamayacak…” diye söylediğinde, ardından hemen şiirlerinden bölümler okumaya devam ediyordu. Gülümsedim. Çayların ücretini ödeyip dışarıya çıktığımda, sararmış yapraklar da sağa sola savrulmaya devam ederken, yağmurda çisil çisil yağıyordu…
Ertuğrul Erdoğan
Ekim 2013/Bursa
Etiketler : yaşam