Adam
Acemilik dönemini bitirip dağıtım olduktan sonra izinli olarak köyüne dönmüştü. Büyükleri ziyaret edip hayır dua almak adettendi. Sıra, aşağı mahallede oturan teyzesinin elini öpmeye gelmişti. Sobanın yanındaki minderli alçak sedire oturmuş; eniştesi, teyze oğulları hâlini, hatırını, askerliğini sormuş, o da sırayla cevaplamıştı. Küçük beyaz sini içinde çay getiren Filiz’in büyüdüğünü o gün fark etmişti. Yüreğine ilk defa duyduğu ılık bir sıcaklık yayılırken, açık mavi gözlerini ondan alamamıştı. “Terhis olunca bununla evleneceğim.” diye kendi kendine karar vermişti içinden.
Kışlasına vardığında, artık yüreğinde Filiz, filizlenmiş bir sevdaya dönmüştü. Nasıl geçecekti bunca zaman, “Ya onu başkasına verirlerse!” diye düşündüğünde içine bir sızı düşmüştü. Tekrar izine gidecekti nasıl olsa, o zaman anasına söyler, dünürcü giderlerdi. Teyzesinin kızıydı yok diyecek değillerdi ya, hemen yüzük takar, askerliğin bitmesinden sonra da düğün yaparlardı. O zamana kadar sabretmekten başka çaresi yoktu.
Uzun boylu, ince yapılı, iri kara gözlerini çevreleyen uzun kirpikli, güzel bir kızdı. On altı yaşındaydı henüz. İçkici, kumarcı baba ve çileli bir ananın beş çocuğunun en büyüğüydü. İlkokuldan sonra ne kardeşlerini ne de Filiz’i okutmamıştı babası. Köy yerinin işi çok olurdu, okula gidecek vakit mi vardı. Filiz’in sırtına da erken yaşta yüklenmişti bu işler. Yaz olunca ırgat gittiği de olurdu. Güneşin altında yanan yüzü teriyle ıslanır, elleri nasır tutar, yine de şikâyet etmezdi.
İzinli geldiği zaman, dünürcü gitmişler, Filiz’in babası da “ Teskereyi alsın o zaman düşünürüz.” demişti. Artık asker ocağında bir türlü bitmeyen günler sayılmaya başlanmıştı…
Kimine göre hızlı, kimine göre yavaş olarak işleyen zaman, bağrında sakladığı birçok yaşanmışlıklarla birlikte ve içindeki hayallerle geçip gitmişti.
***
Emanet aldıkları gelinliğin bedeni Filiz’e dar geldiyse de mutluluğu sonsuzdu… Yüzündeki al duvak altından kara gözleriyle baba evine son kez baktığında anasının ağlayışı yüreğini dağlamıştı. Evlerinin önündeki harman yerinde düğünleri olmuş, davullar çalınıp halaylar çekilmişti.
Ana evinden ayrılıp, ana yarısının evine gelmişti. Evde kayın babası ve bir de kayını vardı, severdi hepsini. Onlarda Filiz’i sever, her zaman bir evlat bir kardeş gözüyle bakmışlardı.
Köy işlerinin ağırlığı yanında, yoksulluklarıyla birlikte, kocasında başlayan kıskançlıklar ve eziyetler yıldırmamıştı Filiz’i. Herkes böyle yaşıyordu zaten, şikâyet edecek ne vardı ki. Evliliğinin ikinci yılında ilk bebeğini kucağına alınca daha da mutlu olmuştu.
Oğlu bir yaşına geldiğinde, eşi; “Büyük şehre gitmemiz gerek, oğlumu burada büyütmek istemiyorum. Emmioğlu çalıştığı inşaatta bana da iş buldu, yarın babamla konuşup en kısa zamanda yola çıkacağım.” dediğinde içine bir hüzün çökmüştü Filiz’in. “Üzülme hemen, işleri yoluna koyunca sizi burada bırakacak değilim.” sözüyle biraz kendine gelmişti.
***
Adam kaç zamandır ayrıydı eşinden ve oğlundan. Çalıştığı inşaat bitmiş oraya kapıcı olarak başlamış, bir de bodrum katta tek odalı yer vermişlerdi. Babasına haber gönderip karısını ve oğlunu getirmesini istemişti. Bir kaç giysiden başka eşyası da yoktu zaten, iki adet otobüs biletiydi bütün masrafı. Onlar gelmeden, lâzım olan eşyaları almış döşemişti tek gözlü odasını. Kapının sağında olan boşluğa da mutfak tezgâhı yapmıştı. Tezgâhın üstüne de kendi elleriyle raf yapıp asmıştı. “Her şey tamam.” deyip göz gezdirdiğinde beğenmişti yuvasını.
İlk kez şehir görmüştü Filiz. Oturdukları yer zengin muhitti, gördükleri onu hem büyülemiş hem de endişelendirmişti. En çok da kaybolmaktan korkmuştu. Binanın işini eşiyle birlikte yapıyor; kömür taşımasına, merdiven silmesine, sabah alışverişlere ve yapılan diğer servislere yardım ediyor, çim ekiyor, bahçe suluyor, çağıranların ev işlerine gündeliğe gitmişti. Sorumlulukları her gün biraz daha artmıştı. Yuvasının da hiç bir şeyini eksik etmemişti. Şehre gelişlerinin ikinci yılında bir oğlu daha dünyaya gelmişti.
Eşinin eziyeti, kıskançlıkları sıradan bir şey gibi gelirdi Filiz’e, bunları dert etmez işine gücüne bakar, çocuklarının geleceğini düşünürdü. Büyük oğlu o yıl okula da başlamıştı. Çalışmasının yoğunluğunda bile oğlunun dersleriyle ilgilenir, okuluna gider gelirdi. Aradan geçen zamanda para bile biriktirmişler bir de gecekondu almışlardı.
O akşam eşi heyecanlıydı. İmtihanla devlet dairesine hizmetli alınacağını duyduğunda, müracaat etmiş, akabinde de sınava girmişti. Bir ay sonra aldığı mektupta kazandığı yazıyordu. On gün içinde evraklarını tamamlatıp işe başlayacaktı. Bütün aile bu habere sevinmişti. Filiz artık her defasında iğrendiği çöpleri dökmeyecek, ona buna hizmetçilik etmeyecekti. Kapıcı odasından kurtularak, güneş alan evlerinin balkonunda çaylarını yudumlayacaktı.
***
Eşi devlet işinde hizmetli olarak işe başlamıştı. Yeni eve taşınmadığı yetmiyormuş gibi, Filiz’i de kapıcılığa devam ettirmişti. Sigortası işlemiş maaş almaya başlamıştı. Sabahları erken kalkıp yine apartmanı silmiş, kışın kaloriferi yakmış, çöpleri toplamış, arada bir başka evlere de temizliğe gitmişti. Bütün bunların arasında evini ve çocuklarını da ihmal etmemişti. Durumları iyice düzelmiş, üstelik bir apartman dairesi, bir de elden düşme araba almışlardı. Kira gelirleri de vardı artık. Maddi sıkıntıları küçülmüş, fakat eşinin verdiği sıkıntılar büyümüştü. Para hırsının yanında birkaç kez de ihanet etmişti kocası. Aldatıldığını anlamış olsa da için için üzülerek görmezden gelmişti Filiz, iyice yıpranmıştı…
***
Karnında başlayan ağrısı dayanılmaz olmuştu artık. Hastanede; “Önemli bir şey yok, mide de ülser var.” demişlerdi. Aylardır süren ilaç tedavisi sonuç vermemişti. Artık iyi hissetmiyordu kendisini. Üstelik bir mahzunluk çökmüştü Filiz’ in üzerine. Bir akşam eşine; “ On yıl oldu görmeyeli, köyü çok özledim, keşke bizim dağlarda çayırlarda bir daha gezebilsem.” dediğinde; “ Senelik iznimi alayım, sen de hazırlıklara başla köye gidelim, nasıl olsa çocuklar da yaz tatiline girdiler.” demişti. Çok sevinmişti bu sözüne. İçinden de şaşırmıştı eşinin tavrına. “Baban bana çok iyi davranıyor, hayır olsun inşallah!” diye oğluna da söylemişti.
Köyünde bir ay geçirmişti; dağlarda, çayırlarda gezmişti. Çocukluk arkadaşlarıyla görüşmüş, komşularıyla hasret gidermişti. Evlerinin arkasındaki tepeden köyünü seyrederken, sanki veda etmişti. Helâlleşmişti her tanıdığıyla. “ Belki bir daha görmek nasip olmaz.” dediğinde; “Babam getirmese ben getiririm niye öyle söylüyorsun anne!” demişti büyük oğlu. Mutlu olmuştu bu sözüne.
***
Hastane önünde günlerdir bekleyen akrabaları ümitlerini yitirmiş, gözyaşlarına boğulmuşlardı. Yoğun bakımda şuursuz yatıyordu. Eşi de kapı önünde doktorlardan medet umuyordu. Her bir zerresini sarmıştı hastalığı. Çaresi de yoktu artık.
O sabah otuz dört yaşında, arkasında iki evlat, yüreği yanan bir ana, boynu bükük bir baba, ağıtlara boğulan kardeşler, akrabalar ve bir yastığa baş koyup emek verdiği, sadâkat gösterdiği bir eş bırakarak gözlerini yummuştu hayata.
Tabutun başında eşi; “Sen beni bırakıp nereye gidiyorsun, affet beni, bilemedim kıymetini. Emek ettin, mülk yaptın şimdi bırakıp gidiyorsun, gelip başkası sahip olacak...” diye ağıt yakıyordu…
***
O gün aile büyükleri, akrabalar, tanıdıklar doldurmuştu Eminelerin tek katlı evin büyük odasını. Akşamın ilerleyen saatlerinde yüzükleri takmak için, Emine’nin babası ayağa kalkıp elindeki yüzük kutusuyla odanın ortasına doğru yürüdü. Hayırlı dualar edildi, iyi dileklerle nişan yüzükleri takıldı. Sonrasında ikramlar sunuldu. Mutlu bir nişan akşamı yaşandı.
Emine; otuz yaşında, kısa boylu, çocukluğunda geçirdiği kaza sonrasında bir gözünü kaybeden, becerikli, konuşkan, akıllı bir kızdı. Akranları arasında bir tek o evlenmemişti. İsteyenleri olmuştu elbet, kimisi yaşlıydı, kimisi de kuma olarak istemişti. Hiç birini kabul etmemişti. Ta ki bir ay öncesine kadar...
Nişan, kına gecesi, düğün birkaç gün içinde yapılmış, birkaç parçadan oluşan çeyiziyle eşinin evine gelmişti. Tek odalı eve geldiğinde Filiz’in kırk gün önce katlayıp bıraktığı temiz çamaşırlar köşede ki sandalyenin üstünde, tezgâh ve raftan oluşan mutfağında tepsi içinde yıkayıp dizdiği bardaklar duruyordu. Televizyonun üzerinde ise Filiz, eşi ve iki oğlunun olduğu fotoğraf çerçevesi karşılamıştı Emine’yi.
Eşine dönerek; “Filiz abladan sonra hiç gelmedin mi eve?” dediğinde, “ gelmedim babamın evinde kaldık.” diye cevap verdi eşi. Çocuklar ise annelerinin olmadığı bu evde yalnızlardı artık. Yabancı bir kadının varlığını kabul etmek zorunda oluşlarına sessiz sessiz ağlıyorlardı odanın köşesinde…
***
Filiz öldükten sonra iş yerinden aldıkları tazminat ve biriktirmiş olduğu parayla yeni ev ve eşyalar alarak oraya yerleştiler. Oğullarına da annelerinden maaş bağlandı.
Bir yıl sonra bir kızları oldu. Adını Filiz Naz koydular. O zalim adam gitmiş yerine bir başkası gelmişti sanki. Kötülüğün, kötülük yapana kaldığını anlamış olmalı ki, aradan geçen iki yıl içinde hatalarına rağmen Emine’yi hiç azarlamadı. Emine eşinin hiç kötü tarafını görmedi.
Pahalı evde, pahalı eşyalar ve yeni eşiyle yaşarken, Filiz’i sadece o adam unuttu.
Filiz’in tabutunun başında ”Emek ettin mülk yaptın şimdi bırakıp gidiyorsun, gelip başkası sahip olacak.” dememiş miydi?