Acelecilik Hastalığına Tutulmuşuz!
Alışıldık bir İstanbul trafiğinde seyrediyordum. Dikiz aynasından gördüğüm siyah büyük araba çamurluklara yapıştı yapışacak… Sıkıştırıyor, selektör yapıyor, bir sağa bir sola zikzaklar çiziyor, bir türlü yerinde duramıyordu… Şehir içinde seyir halindeydik ve hızım limitlerin altında değildi… Üstelik ne yol boştu, ne de trafik açık. Normal bir takip mesafesi içindeydim. Ama bizim aceleci arkadaşımız dayanamıyordu… Yol vermek zorunda kaldım. Belki beni geçerse rahatlardı. Olmadı, yine rahatlayamadı… Bu sefer önümdekini sıkıştırmaya, bana yaptıklarını ona yapmaya başladı. Sağa, sola, ortaya derken şerit değiştire değiştire üç dört araba öne geçmeyi başardı sonunda… Ben sağ şeritten o da sol şeritten gideduralım aynı kırmızı ışıkta yan yana geldik birkaç dakika içinde… Altmıştan geriye say bakalım dedim kendi kendime… Bir sürü atraksiyon sonunda kırmızı ışık eşitlemişti bizi…
Aradaki fark şuydu: onun aceleyle, öfkeyle, bir sürü insanı rahatsız ederek öne geçmeye çalışması sadece kendine zarar vermişti. Kalbi daha hızlı çarpmış belki tansiyonu fırlamış belki de migreni tutmuştu... Işığın yeşile dönmesini beklediğimiz o altmış saniyede ne çok şey geldi geçti aklımdan. Bir kısmını sizinle paylaşmak adına yazıyorum bu yazıyı. Yoksa amacım benim trafik maceralarımı anlatmak değil.
Hayatta da böyle yapıyoruz çoğu kez. Hırsımızdan gözümüz dönüyor. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. Sanki birilerinden daha iyi olursak, daha öne geçersek; biraz daha hızlı, biraz daha acele yaparsak kazanacağımızı zannediyoruz. Bazen de görünüşte kazanıyor gibi oluyoruz. Sonra bir hastalık geliyor veya bir hırsız giriyor veya bir yerde bizim asla belirleyemediğimiz bir şeyle karşılaşıveriyoruz. Her şey duruyor. Geçtiğimizi sandığımız diğerleriyle aynı noktada buluşuyoruz.
Hırsımız bazen parasal konularda, bazen de statü gibi alanlarda, bazen de çoluk çocuk edinme durumlarında karşımıza çıkıyor…
Aynı anda evlenmiş birisinin hemen çocuğu oluyor, diğerinin olmuyor. Ardından bir çocuğu daha ve derken bir çocuğu daha oluveriyor. Biri kız, biri erkek nevinden… Diğeri hüzünleniyor, kendi evi boş ve ısısız geliyor gözüne… Diğeri de durmadan çocukları hakkında konuşarak, farkında olarak veya olmayarak tuz basıyor yarasına… Sonra bir haber... Yaraya merhem… Gelenler ikiz erkek bebekler… Derken birkaç yıl sonra ikiz kızlar geliveriyor… Ve öne bile geçiyorlar… Issızlıklarına üzülürken…
Bir başkası aynı lisede, aynı sırayı paylaştığı arkadaşından daha düşük bir tercihine yerleşebiliyor… Diğeri hızla ilerlediğini düşünürken, yıllar sonra aynı işyerinde, benzer pozisyonlarda karşılaşabiliyorlar…
Ya da birinin kısmeti önce geliyor, erkenden evlenip çoluk çocuğa karışırken; diğerinin hesabına beklemek düşüyor… Bir süre sonra düğünü için arkadaşını aradığında boşanmış olduğunu öğrenebiliyor… Kimine önce veriliyor. Kimine sonra… Ama bir şekilde veriliyor…
Örnekleri çoğaltmak mümkün. İnsan sayısınca örnek, insan sayısınca hırs ve hüsran var. Kendi küçük hayat hikayemizde de benzer örnekleri bulmak mümkün.
İşin aslı verileni kabul etmekten geçiyor. Acele etmenin, bir an önce olsun diye dertlenmenin, üzülmenin ve de üzmenin hiçbir işe yaradığı yok. Kırmızı ışıkta eşitleniyoruz. Ne kadar zorlarsak zorlayalım, kader programımızda yazılanın dışına çıkmak mümkün görünmüyor.
Elbette pasifize eden bir kader anlayışını savunmuyorum. Söylemeye çalıştığım şey yalnızca gayret etmenin gerekliliği ama zorlamanın anlamsızlığı… Azmetmenin gerekliliği ama hırs yapmanın hüznü...
Sonuca razı olmanın getirdiği sükûnet hali, aceleciliğin ve doyumsuzluğun getirdiği sıkıntı halinden çok daha güzel. Günlük yaşam içinde çoğu zaman unutup hırslarımızın devreye girdiğini unutmadan, ama bir o kadar da hırslarımızın ilk önce bize ve yakınımızdakilere zarar vereceğini hesaplayarak, ilahi konsepte uygun davranışlar sergileyebilmeyi hepimiz için bir kez daha istiyorum. Biliyorum ki aceleciliğimiz hayatımızı eksiltiyor.