ABD’nin Notu ve Ekonomik Krizin Sürdürülebilirliği
Birkaç gün önce dünyanın en önemli kredi derecelendirme kuruluşu olan Standart&Poors (S&P), ABD’nin en üst seviye olan AAA olan kredi notunu AA’ya düşürdü. Kimilerince pek önemsenmese de S&P’nin bu not düşürmesi ABD merkezli kapitalizmin genel gidişatı açısından büyük anlamlar taşımaktadır.
20. Yüzyılın Ekonomik Sistemi
20. yüzyılın ekonomik, siyasi ve askeri statükosu I. Dünya Savaşı ve 1929 Ekonomik krizi nedeniyle oldukça geç bir zamanda ancak 1945’lerde, II. Dünya Savaşı’nın yıkıcı bir zaferle sonuçlanmasıyla kurulmuştur. Savaşın sonunda savaşın gerçek galibi olan ABD yıpranmamış ekonomisiyle doğal bir şekilde dünya ekonomisinin ve politikasının liderliğine oturmuştur.
Bretton Woods Sistemi’nin kurduğu ekonomik düzen ile katılımcı ülkelerin tamamı, dünya ekonomisinin patronajını gönüllü olarak ABD’ye devretmiş, ABD’yi dünyanın Merkez Bankası olarak kabul etmiş ve bu konudaki tüm ayrıcalıkları da ABD’ye tanımışlardır. Öyle ki ABD doları ekonomide anapara olarak benimsenmiş ve altın karşılığı ABD’nin dolar ihracına dayalı bir ekonomik sistem oluşturulmuştur. Bu sistemde 1 Ons=35 $ karşılığında ABD’nin ülkelere dolar sağlama ve gerektiğinde para basma hakkı verilmiştir[1]. Netice olarak ABD ekonomisi dünya ekonomisinin dümenine geçmiş, ABD bu ayrıcalığını 1970’lerde Bretton Woods Sistemi’nin yıkılmasına kadar devam ettirmiştir. Bütün konvertibl paraların dolara bağlandığı bu sistemin 1970’lerde çökmesine karşın ABD’nin para basma (Merkez Bankası rolü) ayrıcalığı korunmuştur. ABD ekonomik gücü sayesinde bu tarihlerden itibaren altın karşılığı olmaksızın da para basma yetkisini korumuş ve ekonomisindeki gerilemeye karşın dünyanın bütününü finanse eden merkez olma özelliğini sürdürmüştür.
Sistemin İlk Büyük Krizi ve Düşüşe Geçiş
1973 Petrol Krizi, Vietnam Savaşı’nın getirdiği yükler ve ABD ekonomisinin üretim konusunda yaşadığı doygunluk ABD’nin göreli üstünlüğünü sona erdirirken ekonomik anlamda yeni güçler ortaya çıkmıştır[2]. Ekonomik sahada, ABD’nin Japonya’yı Asya’daki üretim üssü olarak organize etmesi sonucu Japon Mucizesi ortaya çıkmış ve devam eden yıllarda ABD ekonomisi, Japon ekonomisinin gerisinde kalmaya başlamıştır. Diğer yandan Almanya’nın da 1960’larda kendi mucizesini gerçekleştirmesi de ABD’nin Avrupa’daki tartışılmaz gücünü sarsmış, Alman ekonomisi, 1970’lerde satın alma gücü paritesi bazında ABD ekonomisi ile rekabet edebilir bir konuma erişmiştir. Arkasından Çin ekonomisinin doludizgin yükselişi gelmiştir. Bu dönemlerden itibaren ABD ekonomisi finans kuruluşlarının yarattığı genişleme ile ortaya çıkan mali büyümenin yarattığı borçlanma olanaklarından istifade etmeye başlamıştır. ABD ekonomisi dünyaya yoğun bir şekilde $ ihraç ederken ekonominin kendisi de yoğun bir şekilde borçlanarak kendince sürdürülebilir bir düzen kurmuştur.
Sürdürülebilir Kriz ve Mortgage Sistemi
Aslında ABD ekonomisinin 1973-2008 yılları arasındaki durumunu en iyi ifade eden deyim “Sürdürülebilir Kriz” olarak adlandırılabilir. Bu dönemde dünya, ekonomilerdeki büyümenin sürdürülebilirliğini tartışırken ABD ise örtülü bir şekilde yaşadığı reel ekonomik krizi, suni ve tampon çözümlere dayalı makyajlarla kontrolde tutmaya çalışmış, krize sürdürülebilir bir nitelik kazandırmaya, daha kötüsünü sürekli ötelemeye çalışmıştır.
Sistem bu şekilde devam etmesine karşın özellikle reel sektörlerin verimsizleşmesi, ABD ekonomisinin üretim yeteneğinin Asya ve Avrupa ekonomileri karşısındaki gerilemesi gözden kaçmamıştır. Bu da 1980’lerden bu yana yoğun bir şekilde Amerikan yüzyılının sona erdiği tartışmaları yapılmasına yol açmıştır[3]. Reel sektörler bakımından ABD ekonomisi diğer pek çok ülkenin gerisinde kalmış olmasına karşın özellikle yurt içi tasarrufların içerde kalmasını sağlayan Mortgage Sistemi[4] sayesinde ABD ekonomisi ömrünü 30 yıl kadar daha uzatmıştır. Diğer yandan 1990’lardan itibaren ABD ekonomisinin teknoloji şirketleri sayesinde yakaladığı performans; ABD odaklı kapitalizmin daha 1980’lerde içine düştüğü krizin bir patlamaya dönüşmesini önlemekte oldukça işe yaramıştır.
Bugünkü gelinen noktada ise ABD merkezli ekonomik ve siyasal sistem için kara tükenmiş durumdadır. Bir diğer sorun ise bu iki sistemi ayakta tutan askeri yeteneklerin de zirveye ulaşmış olmasına karşın ABD askeri gücünün global ölçekli krizleri çözmekte yetersiz kalmaya başlamasıdır. Bütün bunlar ABD gücüne duyulan güvenin iyice zayıflamasına yol açmıştır.
Efsanenin Sona Ermesi
Ekonomik krizin gelişmiş ekonomileri iyice sarsmaya başladığı bu günlerde S&P’nin not düşürme işlemi ABD’nin merkezi gücü için öldürücü bir darbe niteliğindedir. Henüz her şey sona ermemiş olsa da bu olay ABD ekonomisinin efsanevi niteliğini sona erdirdiği için kritik öneme sahiptir. Hani bir “dokunulmaz, kutsal, ulaşılmaz vs.” algısı vardır ya, işte bu not düşürme işlemi de bu yolda ABD ekonomisinin diğer ekonomilerden çok da farkı olmadığını, para basma ayrıcalığını hak etmediğini, artık onun da sıradan bir ekonomi olduğunu gözler önüne sermiştir.
Sonuç olarak ABD ekonomisi analistlerin ısrarla savunduğu gibi tartışılmaz bir üstünlüğe sahip değildir ve 2008 Krizi bu gerçeği ayan beyan ortaya çıkarmıştır. Çoğu spekülatif verilerle yüklü olsa da “Amerikan Yüzyılı Sona Erdi/Eriyor[5]” tezinin tüm çıplaklığıyla gerçek olduğu somut delillerle ortaya çıkmaya başlamıştır.
Öte yandan 2008 Krizi’ne ve batan onca şirkete karşın ABD ekonomisinin güvenilirliği kağıt üzerinde de olsa devam etmekteydi. Birçok ülke “Nasıl olsa ABD!... Biz batsak da ABD’ye bir şey olmaz, nasıl olsa dünya ekonomisini ABD yine ayakta tutar, bozulan düzen yeniden kurulur” düşüncesini koruyordu. Bu çerçevede darlığa düşen ülkelerin başvuracağı Merkez Bankası hala ayakta duruyordu. Fakat bu not düşürme olayı dünyayı paniğe sevk etmiştir. Çünkü Merkez Bankası batıyorsa diğer bankaları kim kurtaracaktı, en önemlisi Merkez Bankasını kim kurtaracaktı? İşte bu çerçevede Çin’in sesi hemen yükseldi. “ABD para basma ayrıcalığını başkalarına devretmeli” diyen Çin, adres olarak da kendisini fısıldamaktan geri durmamaktadır. Bu fısıltının oldukça da etkili olduğu görülürken bu not düşürmenin akabinde ABD ekonomisine endeksli ülkelerin borsalarının oldukça sert düşüşler yaşadığı görülmektedir.
Rezerv Para Kavgası
Son on yılda doların rezerv para durumu sık sık tartışılmıştır. Özellikle Çin ve İran bu konuda öncülük etmektedirler. Bu ülkeler, ABD ekonomisinin bu ayrıcalığı hak eden bir özelliğinin olmadığını, ABD’nin hak etmediği bir üstünlüğü gereksiz yere sürdürdüğünü ileri sürmektedirler. Diğer yandan ABD’nin bu ayrıcalığı siyasi ve askeri anlamda dünyaya karşı bir silah olarak kullandığı yönündeki iddialar da bu tartışmaların taraftar bulmasına yol açmaktadır.
Çin ısrarla rezerv para konusunda değişiklik istiyor. Bu anlamda ısrarlı olan Çin’in rezervlerinin önemli bir kısmını $ harici paralara bağladığı da gözden kaçmamaktadır. Çin’in bu noktadaki el altından gündeme sokmaya çalıştığı temel argümanı, şu an dünyanın atölyesinin Çin olması ve gerçek fiziki üretimi Çin’in yapıyor olmasıdır. Bu üretim gücünün karşılığı olarak Çin’e de ayrıcalık tanınması istenmektedir.
Çin, bu konuda mümkün olduğunca bölgesindeki ve Asya genelindeki üretici, ihracat fazlası veren ekonomileri örgütlemeye çalışıyor. Bu ekonomilerin başında ise bazı Asya ekonomilerinin yanında İran ve Rusya geliyor. Bu konuda 1990’larda Saddam’ın başlatmaya çalıştığı girişimin sonuçları ortada. Şu an için ABD, Saddam’a yaptığını Çin’e yapamıyor ancak el altından sert karşılıklar vereceği bunun yeni büyük bir savaşın kapısını aralayacağı da muhakkak. Hatta son Akdeniz İsyanları’nın tamamı Çin üzerine yapılan hesapların ilk adımları olarak dikkat çekmektedir[6]. Sonuçlarını birkaç yıl içinde hep birlikte göreceğiz zaten.
Almanların Yükselişi ve Birliğin Bölünmesi
Diğer yandan Almanya’nın son ekonomik kriz konusunda Avrupa Merkez Bankası rolünü üstlenmesi dünyanın yeni geleceği konusunda dikkat çekici ipuçları vermektedir. Bu konudaki en büyük tehlike Dişi Hitler diye de adlandırılan Angela Merkel’in klasik Germen anlayışı konusunda iyi bir mirasçı olması ve ABD’yi devre dışı bırakmak uğruna Rusya ve İran’ı cesaretlendirici adımlar atmasıdır.
2008 de iyice gün yüzüne çıkan ekonomik kriz başlangıçta ABD bankalarını batırırken devamında ise başta İngiltere ve onun çevresindekiler olmak üzere Avrupa ülkelerini sırayla düşürmüştür. Bu dönemde Avrupa ülkelerini kurtarma işini ise AB adı altında Almanya üstlenmiş durumdadır. Elbette ki Almanya bunu bedelsiz yapmamaktadır. Özellikle Yunanistan’a batmaması için Ege Adaları’nı satışa çıkarması konusunda götürdüğü gayrı resmi teklif, Almanların henüz Hitler’in Akdeniz özleminden vazgeçmediğini bu krizin bedelini Avrupa’ya ne şekilde ödetmek istediğini açıkça göstermektedir. Bu adalar konusu aslında ilginç bir konudur. Yunanlılar adam akıllı tek mermi atmadan dünyanın en önemli adalarının sahibi konumundadırlar. Almanya ise bu adaları elbette ki Yunanlılardan çok kendilerine layık görmektedir. Büyük Almanya için Akdeniz elzemdir. Enerji sorununun kendini hissettirdiği yıllardan beri Rusya ile dirsek temasını açıkça artıran Almanya, Akdeniz’e olan ilgisini de açıkça ortaya koymaya başlamıştır.
Öte yandan AB’nin başından beri iki başat ülkesinden birisi olan Fransa’nın içinde yer aldığı bazı gelişmeler, AB içindeki bölünmeyi daha da gün yüzüne çıkarmaktadır. Mösyö Sarkozy, yönetime geldiğinden beri Amerikancı politikalar gütmekte, birçok yerde “ABD’nin koçbaşı” rolünü üstlenmeye çalışmaktadır. Bunun ilk örneklerinden birisi Gürcistan Savaşı sırasında ABD’nin doğrudan müdahil olamadığı soruna ABD adına aracı olmasıdır. Devamında Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına alelacele alınması Fransa’nın De Gaulle çizgisini tarihe gömerken diğer yandan da AB içinde Atlantikçi bir kanat yaratmıştır[7]. 2011 yılında Libya’ya yapılan askeri operasyona Fransa’nın herkesten daha önce katılması ise AB’nin Birlik politikalarının Fransa tarafından önemsenmediğini, Fransa’nın artık Birlik ile pek fazla bir ortak gelecek görmediğini ortaya koymaktadır.
ABD Liderliğinin Önemi
Şimdiye kadar ki ABD’nin “savaş çığırtkanı olmayan hegemon durumu” dünyaya önemli bir fayda sağlamaktaydı. Lider ülkenin güçlü olduğu sistemde bir sorun çıktığı veya bir ülkenin başının sıkıştığı zamanlarda ilgililerin belli bedeller karşılığında hemen başvurabileceği bir kurtarıcı vardı. Ancak bugün ABD’nin hem savaşa daha meyyal bir pozisyona geçmesi hem de bırakın başka ülkeleri kendini bile kurtarmaktan aciz bir görüntü arz etmesi dünya genelinde bir başıboşluk yaratacaktır. Düzenin patronsuz kalması ise aklına esen başıbozuğun kendine göre kanun koymasının yolunu açacaktır ki bu konuda üretimine ve döviz rezervlerine oldukça güvenen Çin’in yanında Almanya ve Rusya’nın oldukça hevesli olduğu gözden kaçmamaktadır.
Sonuç;
Sonuç olarak ABD hem iyi hem kötü ağabeydi. Ne olursa olsun herkesin bir tek kocası vardı. Herkes kimin kucağında oturacağını, kimden nasıl bir dayak yiyeceğini bilirdi. Düzen bozulursa kimin kaç kocası olacağını Allah bilir.
ABD’nin bu denli sarsılması ve en önemlisi dünya politikasını barışçıl koşullar içinde idare etme konusundaki muvazenesini hızla kaybetmesi önümüzdeki dönemde büyük kaoslar ve krizler yaşayacağımızı göstermektedir. Bundan sonra yapılabilecek en iyi şey ilk krizin nerede, nasıl çıkacağı ve bir domino etkisi gösterip göstermeyeceğini tahmin edebilmektir.
10.08.2010
[1] ABD’nin bu yükümlülükten oldukça iyi istifade ettiği görülmektedir. Bugün dünyada en büyük altın rezervi ABD’dedir ve bu rezervlerin büyük kısmı ABD’nin savaşta yıkılan ekonomileri kredi ve borçlarla finanse ettiği 1950-1960 arasında biriktirilmiştir. ABD’nin şu an1 ons = 1750 $ civarında olan bu altınları 40-60 $ arasında bir maliyetle topladığı göz önüne alınırsa ABD’nin o dönemde herhangi bir üretim yapmaksızın ne büyük bir mali servet biriktirdiği de ortaya çıkar.
[2] Bu yıllarda ortaya çıkan yeni güçlerden dolayı Paul Kennedy’nin Pentarşik (Beşli) Denge tanımını yaptığını görmekteyiz. Washington, Moskova ve Pekin’in yanında askeri olarak yetersiz olsalar da ekonomik önemlerinden dolayı Paris-Bonn (AET) ekseni ile Tokyo da dünya güçler dengesinin büyük aktörleri olarak listeye girmiştir.
[3] Amerikan ordusunun Vietnam’da 10 yıl süren serüveni sonucunda başarısız olarak 1973’te çekilmesi Amerikalılarda bir sendroma neden olurken, psikolojik olarak ABD’nin “yenilmez, en büyük” gibi imajları büyük hasar almıştır. Bu yenilgiyle ABD’ye olan güven sarsılırken Vietnam’ı bile yenemeyen ABD’nin hükmettiği dönemin sonuna gelindiği ileri sürülmüştür. Diğer yandan ABD’nin ekonomik kayıpları da çok ağır olmuş diğer gelişmiş ülkeler karşısında belirgin bir şekilde göreli gerileme yaşamıştır.
[4] 1970’lerden itibaren ABD iç piyasasında özellikle otomotiv sektöründe Japon şirketlerinin ABD şirketlerinin tahtını sarstığı görülmektedir. Toyota gibi şirketlerin iç piyasayı ele geçirmesi karşısında çeşitli tedbirler alınırken ülke içi tasarrufların çeşitli ihracat faaliyetleri ile dışarı çıkmasını engellemek için Mortgage Sistemi ortaya atılmıştır. Bu sisteme göre yerli tüketici neredeyse bir ömürlük gelirini (Ömür boyu gelir ve sürekli gelir hipotezleri kapsamındaki beklenen gelirlerdir) ülke içi kaynaklarla üretilen bir ürün olan konuta bağlamakta böylece ABD’nin sıradan vatandaşlarının gelirleri ülke içinde kalarak ekonominin daha fazla açık vermesi engellenmektedir. Mortgage sistemi sayesinde vatandaşın ithalat talebi önceden önlenirken yerli sanayilerin korunması sağlanmaktadır. Ayrıca bu yolla konut üretimi artırılırken hammaddeleri ve yan sanayileri ABD içinde olan konut sektörü sayesinde ABD ekonomisinin çöküşü önlenmektedir.
[5] Bu konuda yapılmış pek çok çalışma mevcuttur. İşin dikkat çekici yanı ise ABD’nin on yıllar öncesinden iddia edilen ekonomik açıdan gücünün sınırlarına geldiği şeklindeki tezin son yıllarda askeri olanaklar açısından da gerçekleşmeye başladığı görülmektedir. Özellikle Güç Döngüsü teorisi çerçevesinde bakıldığı zaman ABD’nin askeri olanaklar bakımından kapasitesinin zirvesinde olmasına karşın sınırların daha da genişletildiği ve bu öldürücü kapasiteye karşın kesin sonuçlar alınamadığı görülmektedir. Bu durum ABD askeri varlığının ABD ekonomisine maliyetini artırmakta bu da sınırlarına ulaşılmış olan kaynakların verimsiz faaliyetlerde heba edilerek ABD ekonomisinin daha hızlı çökmesine yol açmaktadır. Bu konuda ABD’nin son operasyonlarda harcadığı paranın miktarı ve elde edilen somut başarılar dikkat çekici ip uçlarına sahiptir.
[6] Bu konudaki tartışmalar için https://www.bilgiagi.net/sirada-hangi-ulke-var/47579/ ve https://www.bilgiagi.net/kucuk-kurbanlar-buyuk-oyunlar/49652/ adreslerindeki makalelere bakılabilir.
[7] Başlangıçta Atlantikçi idealler için kurulan Avrupa Topluluğu, De Gaulle ve Konrad Adenaur’un çabaları ile Amerika etkisinin dışına çıkmış hatta uzun süre İngiltere’yi Birliğe almamıştır. İngiltere Birliğe ancak De Gaulle’ün ölümünden sonra o da petrol krizi yıllarında 1973’te girebilmiştir. Öte yandan Sarkozy’nin ABD’nin kurşun askeri rolünü pek benimsemesi ve hızla ABD kontrolündeki NATO’ya geri dönmesi Fransa’da De Gaulle siyasetinin iyice bittiğini göstermektedir. Çünkü De Gaulle, 1959’da NATO’nun askeri kanadından “Dünyanın 3. Büyük Askeri Gücü” olmak iddiası ile ayrılmıştır. De Gaulle’ün bağımsızlığı uğruna büyük uğraşlar verdiği aynı Fransa günümüzde Kafkasya’da Libya’da ABD’nin öncü kuvveti olarak hareket etmekte, savaş çığırtkanlığı konusunda herkesten önde gitmekte, AB’nin evrensel hukuku öne çıkaran barışçıl çizgisinin çok dışında bir görüntü sergilemektedir.