28 Şubat
Darbelerle bir türlü kendine gelemeyen ülkemiz en son 1997’nin buz gibi soğuk bir gecesinde yeniden darbeyle sarsıldı.
28 Şubat 1997 günün ilk dakikalarında yayımlanan MGK bildirisinde (Cengiz ÇANDAR tarafından postmodern darbe olarak adlandırıldı) sürecin 1000 yıl süreceği ilan edilmişti. Sonraları darbeyi gerçekleştirenlerce altı kalın çizgilerle çizilecek şekilde ifade edilmişti;
İrtica iflah olmaz bir suçtu! Anayasanın askere verdiği “kollama” görevini yerine getirmede hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayacaktı.
Israrla “irticaın kangren olduğunu söylüyorlardı ve bununla mücadelede yılgınlık, bıkkınlık ve dalgınlık yaşanmamalıydı”. Çünkü “su uyur ‘düşman’ uyumazdı”. Bu sebeple sürekli teyakkuz halinde olunmalıydı ve ancak böylece post modern darbe “1000 yıl sürecek”ti…
Ülkelerin “asıl sahipleri” kendilerinden olmayan “dışarıdan” birilerinin ülke yönetiminde söz sahibi olmasına asla tahammül edemezlerdi. Hele hele bu “birileri” dindar bir gelenekten geliyorlar ise tahammülsüzlük 10’a katlanırdı.
İşte bu “sahip”lerimiz 1996 yılında SUSURLUK kazasında “suçüstü beraat” ile büyük bir fırsat yakaladılar. Az önce vefat haberini aldığımız Necmettin ERBAKAN (Allah rahmet eylesin) bu büyük suçüstü durumu “fasa fiso” deyip geçiştirince postmodern darbe süreci hızlandırıldı. Gerekçe ise kendilerinin Refah-Yol hükümetini engelleyememiş olmaları ve onların (Refah-Yol’un) iktidar olduğu bir dönemde derin devletin “kirli ilişkilerinin” deşifre olmasıydı. Bundan sonra SUSURLUK vak’ası ile ilgili hiçbir bilgi bu “gerici” iktidarın eline geçmemeliydi. Bunun da tek yolu vardı;
Darbe…
Nasıl olsa bu ülkede darbe yapmak ayıp değildi,
Ne de olsa bu ülkede darbe yapmak suç değildi,
Üstelik darbeciler her dönem devlet başkanı, başkanlık konseyi cumhurbaşkanı, başbakan, bakan parti başkanı oluyorlardı. Darbe, eğer darbecileri ve yandaşlarını ihya ediyorsa neden yapılmasındı?
İşin garip tarafı postmodern darbe masa başında üretilen bir darbe olup, konu mankeni kişilerin kullanılıp görüntüleri medyaya servis edilen gerekçelerle yapıldı. Ali KALKANCI’nın Fadime’si, Emire’si, elleri sopalarla “cihada çıkan” Aczimendilerin Müslüm’ünün Fadime’yle basılması, Çarşamba sokakların çarşaflandırılması vs. masa başında fizibilitesi yapılan çalışmalardı. Bu çalışmaları bizzat derin devlet yürütüyordu. Konu mankeni kişilerin asıl kimlikleri ve yaptıkları iş o günlerde dile getirildiyse de “malum basın” buna iltifat etmedi. Yıllar sonra Ali KALKANCI’nın uyuşturucu hap üreten bir atölye çalıştırdığı, SiSi’nin yetiştirdiği Fadime’nin pavyon kadını olduğu doğrulandı.
Anlamadığım o yıllarda Hizbullah grubunun çok daha etkin olmasına rağmen Sincan Belediyesi tarafından gerçekleştirilen etkinliğin dışında -ki bu Lübnan Hizbullah’ını temsil ediyordu- bu örgütle ilgili olarak hiçbir argümanın kullanılmamasıydı.
28 Şubat’ta diğer darbeler gibi tarihin kara sayfalarına bir leke olarak geçecektir. Hem çağdışı anlayışın ürünü darbe olmasıyla ve hem de masa başında hazırlanan haberleriyle utanılacak bir darbeydi 28 Şubat post modern darbesi.
Dindarların Türkiye’de hükümete ortak olmasına zerre kadar tahammülü olmayanlar en alçakça planlarla darbeye gerekçe hazırladılar. Oysa ileri demokrasilerde, saygın ülkelerde hiçbir şey darbeye gerekçe olmaz, olamaz. Bizim ülkemizde darbeciler masa başında, pavyon kadınlarından destek alarak post modern darbe yapmayı ülkemize reva gördüler. Hem de 2000’li yıllara 3 yıldan daha az süre kala…
Bir diğer konu ise, ülkede saygın olarak bilinen bilim adamları, aydınlar! yazarlar, gazeteciler, iş adamları, sivil toplum örgütleri, sanatçı ve bürokrat bu süreçte darbecilerin “emir ve görüşlerine hazır”dılar. En çok da hukukçuların, yüksek yargı temsilcilerinin “esas duruş”a geçmeleri incitici ve zarar vericiydi.
Eğer, toplumda hukuk adamları siyasallaşmış ise, üstelik darbecilerin düdüğüne göre karar verir duruma gelmişler ise o toplumun her türlü musibeti yaşamaları beklenir ve artık kargaşa, kayırma, kaos kaçınılmazdır.
Kadere bakın ki,
“İrtica” 28 Şubat postmodern darbesinin tek gerekçesiyken bugün irtica tehlikesi diye bir tehdit bulunmamaktadır. Kırmızı Kitap, EMASYA irtica tehdit ve tehlikelerinden arındırıldı ve halkın tehlike olmasının önüne geçildi.
Bundan ibret almayanlar yeni darbelere yeltendiler. Türkiye 90’lı yıları geride bırakalı çok olmuştu ama kafaları hâlâ darbe yıllarına takılı kalanlar sevdalarından vazgeçmemişlerdi.
Tabi, geleceği okuyamayanların geçmişi tekrar etmekten keyif almalarının önüne ancak dirayetli duruşlar geçebilirdi.
Netekim öyle de oldu.
Takip ediyorum değişik illerden de okunduğu halde bu yazının okunma sayısı 2'yi geçmiyor neden acaba?
Mart 2nd, 2011 at 10:18