28 Şubat Genetiğimizle Oynamıştı
Kaçı kâğıt üzerinde kaldığından ya da kaçı “toplum mühendisliği” veya “psikolojik harp” olarak gizliden uygulandığı için adından dâhi haberdar olmadığımız darbeler yaşandı bu ülkede? Bilmiyoruz.
Öncekiler bir yana; sırasıyla 12 Mart muhtırası, 12 Eylül darbesi, 28 Şubat post modern darbesi, 27 Nisan olarak tarihe/kayda geçen korsanlıklarla büyüdüm ben.
Beyaz Türk, kirli sermaye, asker, medya, yargı, yer altı örgütleri, küresel çıkar odakları ve sendika ağalarının işbirliğiyle amacına ulaşan 28 Şubat süreci kimilerine göre hâlâ devam etmekte, kimilerine göre ise çoktan öldü.
Sağ mı, mevta mı, yoksa sekerat halinde mi kararı siz verin. Lakin bu haydutluk bedensel olmasa da zihinsel genimizi değiştirdi, bilincimizi kirletti, şeytan gibi damarlarımıza nüfuz etti ve hormonlu bir toplum inşa etti.
“28 Şubat bitti ama bizi de bitirdİ” başlıklı dünkü yazısını şu cümlelerle bitiriyordu Yusuf Kaplan: “Bazıları, 28 Şubat'ın bittiğini düşünüyorlar! Ama 28 Şubat'ın bizi nasıl "bitirdiğini"; bu ülkenin ruh-köklerini nasıl dümdüz ettiğini; bizi onarılması çok zor bir zihnî savrulmanın eşiğine nasıl fırlattığını; bu ülkenin varlık nedenini ve gelecek ufkunu oluşturan direnç noktalarını nasıl birer birer kırdığını, yerle bir ettiğini; bizi, bütün İslâmî kesimleri hormonlu kişilere dönüştürdüğünü; nasıl berbat bir şekilde, güle oynaya, hızla ve hazla sekülerleşmenin eşiğine getirip bıraktığını; bizi, nasıl bu ülkenin hırsızları, yolsuzları, tuzu kuru yeni semirmiş dinci-kapitalistlerine dönüştürdüğünü konuşan var mı? Neden yok, peki?”
Bu haklı tespit ve soruyu desteklemek için, 28 Şubat sürecinde yaşadıklarımın bir bölümünü sanırım herkes gibi kayda geçmenin tam vakti.
Bu şedid günlerin bir bölümünü hastanede geçirdiğim için, mesela “11 Ekim 1998 başörtüsü için el ele eylemi”ne katılamamıştım.
Ama “Çankaya’nın şişmanı İslam’ın düşmanı” sloganlarının atıldığı Kızılay Meydanı’nda yapılan mitinge, polisin Ankara’nın girişlerini kontrol altına almasına rağmen, bir yolunu bulup girmiş ve katılmıştım.
Müsiad Yönetim Kurulu üyesiydim ve Milliyet ve Posta gazetelerinde yayınlanan “yeşil sermaye listesi”nde benimde adım geçiyordu. Oysa yeşili/kırmızısı bir yana “sermaye” denilen “illet” bana hiç uğramamıştı. Ama olsun “şanımız” yürüyordu bu sayede…
Diğer yandan da Mesut Yılmaz ve aksak Yaşar (Dedelek) TBMM Kürsüsü’nden, İmam Hatipliler için “yarasa” tabirini kullanıyordu.
Korkudan üyeleri önemli ölçüde azalan (Ömer Cihad Vardan, bugün o tarihte üye sayısının 2823’den 1800’e düştüğünü açıklamış) Müsiad’da karar almıştık ve herkes savcılığa gidip “yeşil sermaye ithamı” nedeniyle suç duyurusunda bulunacaktı. Savcılığa iki yüz kadar üyeden, sadece “iki kişi” gidebilmiştik.
Sadece iki kişinin suç duyurusunun davaya dönüşmesi o şartlarda imkânsızdı ve öyle de oldu.
İmam Hatipler yüzbinlerce mezun vermişti vermesine, fakat iki “yarasa”nın ithamına cevap verecek cesarete sahip değillerdi. Bu seviyesiz ithama “yarasa olmadığını” gösterme cesaretini sadece üç kişi gösterebilmişti. Bu “korkaklık ve sinmişlik” yüzünden açtığımız davayı da kaybettik ve mahkeme masraflarının yanı sıra, “iki yarasa”nın avukatlarına bir dünyada vekâlet ücreti ödedik.
Bizi haksız bulup davamızı reddeden “Türkiye Cumhuriyeti Mahkemesi,” o şer günlerde, “seviyesiz” ve dahi “ahlaksız,” “yarasa” ithamını üstümüze atılı bırakmıştı.
Bu süreçte Amerika’ya gitmem gerekmişti. 28 Şubatçıların “sakıncalı” listesinde yer aldığım için, ABD’de -tıpkı Çin’in dün yaptığı “süper küstah” ithamını haklı çıkaran gerekçeler(!) sunarak- reddetmişti vize talebimi.
Sadece İmam Hatiplerde okuduğu için “yarasa” hakaretine maruz kalan yüz binlerin sessizliği, adları çarşaf çarşaf gazetelerde “cüzamlı” gibi gösterildiği halde, savcılığa bir dilekçe bile verme cesareti gösteremeyenler, çocuklarını İmam Hatiplerden alma yarışına girmişlerdi. Bütün bunlar, Yusuf Kaplan’ın işaret ettiği gibi “bitirilişin” daha önemlisi, “bitişin” açık seçik göstergesiydi.
Geçenlerde bir dostum, 28 Şubat sürecinde çocuklarını İmam Hatip Liselerinden alan “ünlü” simaların isimlerini sıraladı. “Bunlar; yazılarını okuduğumuz, konferanslarını dinlemek için canhıraş koşuşturduğumuz, gıpta ettiğimiz kimselerdi. Bu kimseler “kötü örnek” oldular, güya değiştirmeye çalıştıkları topluma. Şimdi de çıkıp “sıkılmadan” konuşmaya devam ediyorlar. Artık bu kimseleri okumuyor ve asla dinlemiyorum” dedi.
Ankara’nın köye veya varoşa hapsettiği “yerliler”, Özallı yıllarda yeni bir maceraya sürüklenmişti. 90’ların peşi sıra gelen ve bu karanlık günlere eklenen 28 Şubat süreciyse, ruhumuzu küle çevirip hoyratça savuruyordu. Şimdi ise herkes her şeyi iktidara “havale” etmiş durumda. Hayrı da, şerri de sadece iktidardan umuyorlar…
“Davasına sahip çıkamayanlar” bugün tüm faturayı, 28 Şubatçılara kesme kolaycılığına sığınabilirler. Sanki kendileri “dik” durmuşlar gibi, Erbakan Hoca’yı “dik duramamakla” suçluyorlar. Hoca eleştirilebilir elbette, ancak eleştiriye kendimizden başlamak gerekmiyor mu?
Hadi 12 Mart’ta çocuktuk, 12 Eylül’de öğrenciydik, ama biz 28 Şubat’ta “dik durduk” tıpkı şimdi olduğu gibi. Ya siz? Hadi çekinmeyin söyleyin! Bize söyleyemiyorsanız ve hâlâ diriyse vicdanınıza söyletin, dik durup duramadığınızı…
Anladık hırsızın suçu vardı, ya ev sahibi çok mu masumdu?