21. Yüzyılda Neyin Mücadelesini Veriyoruz?
Televizyonlarda bir haber geçiyor;
“Bir takım sivil toplum örgütlerinin önderliğinde, İstanbul Beyoğlu Tünel’de toplanan yüzlerce kişi, ‘Darbeye hayır’ sloganları ile yürüyüş yaptı.
Yürüyüşün ilerleyen dakikalarda daha da kalabalıklaşması üzerine Taksim’e çıkmak isteyen topluluk, Galatasaray’da basın bildirisi okuduktan sonra dağıldı!..”
Aman Allah’ın, böylesine bir olayı, biz demokratik dünyaya nasıl anlatabiliriz acaba?
Düşünebiliyor musunuz, 21. yüzyılda Türkiye’de hâlâ “Darbeye hayır!..” mitingleri düzenleniyor...
Böyle bir mitingin anlamını, başta Avrupa olmak üzere, gelişmiş ülkelere gelin de anlatın bakalım!..
Onlarda, Ordu’nun siyasete bulaşması gibi bir durumun söz konusu olmaması, bizde de tam tersine Ordu’nun yıllar yılı siyasetin tam göbeğinde yer alması, izah edilebilecek bir durumu da kendiliğinden ortadan kaldırıyor.
“Darbeye hayır!..” mitingi yapılıyorsa, demek ki darbenin de ülkemizde halen yapılma ihtimalinin bulunduğunu en açık ve net bir şekilde ortaya koymuyor mu?
Hem de bu yüzyılda!..
Nasıl derler hani, tut kelin perçeminden örneği...
Şu küçücük örnek bile, ülkemizin bir yandan demokrasi mücadelesi vermesinin ötesinde, totaliter bir rejimin her an için tehlike olduğunun bir göstergesi olarak yansımıyor mu?
Öyle ya, boşuna söylenmemiş, “tarihten ders alınabilseydi, tarih tekerrür eder miydi?” sözü...
Biz ki, ne 1960 ihtilalinden, ne 1971 muhtırasından, ne 1980 ihtilalinden ve ondan sonra 28 Şubat post modern darbesi ile 27 Nisan e-muhtıra süreçlerinden en küçük bir pay sahibi olamadık kendimize... Tabii demokrasi açısından.
Hatırlıyorum da, 1960’lı yıllarda buzdolabı lüks bir araçtı. Evlerinde buzdolabı olanlar parmakla gösteriliyordu... O yıllarda, buzdolabı sahibi olanların, komşularına yaptığı en büyük iyilik, bir kab buz vermekti... Ne büyük sevaptı ya Rabbi...
Yıl 2008 ve demokrasi dünya üzerinde birkaç bin yılı devirmiş, ama yalnız ve çaresiz ülkemde halen bir lüks rejim olarak, insanlarımızın umutsuzca beklenti içerisinde olduğu bir konuma ulaşmış...
Ne acı... Acıdan öte, son derece vahim...
Zaten, baksanıza son günlerde bir gazetenin ortaya attığı bir takım iddialar, ortalığın da toz duman olmasına neden oldu...
Ordu’nun kendine yakın bulduğu gazeteciler, sanatçılar, işadamları ve benzerleri ile karşıt görüşlü siyasi gruba yönelik bir siyasi baskı politikası uygulayacağı gündeme damgasını vurdu.
Doğru ya da yanlış... Ancak Genelkurmay’dan yapılan açıklama, “kesinlikle böyle bir durum sözkonusu değildir” şeklinde değil...
Muğlak bir ifade ile böyle bir çalışmanın olmadığı öne sürülüyor.
Öyle ki, zaten ülke olarak sürekli uç noktalardayız. İfrat ile tefritin arasını bir türlü bulamadık. Bizim için demokraside ya siyah var, ya da beyaz. Aradaki gri tonları görmek her nedense işimize gelmiyor... Belki de, demokrasinin güzelliği, aradaki gri tonlarda saklı, ama biz bilmiyoruz...
Öncelikle demokrasinin bir halk yönetimi olduğunu kendi içimize sindiremediğimiz için, devlet otoritesinin boyunduruğundan kurtulmamız da asla söz konusu değil.
Devletin koruyucu ve kollayıcı bir gücü olan ve yine bu milletin bağrından çıkan Ordu ise, bazı dönemlerde, demokratik rejimden umduğunu bulamayan bir takım kurum ve kuruluşlar tarafından kurtarıcı gözüyle görülüyor.
Hepimiz biliyoruz ki, son yıllarda Türkiye’de bir laikliğin elden gidip gitmeyeceği tartışması yaşanıyor. Bu bile, ne kadar anti-demokratik bir toplum olduğumuzun aynası oluyor ya...
Siz hiç gelişmiş ülkelerde, laiklik tartışmasının olduğunu duydunuz mu? Belki yüzyıllar öncesinden o toplumlardan böylesine bir tartışma ortadan kalkmış. Hem de, kilisenin ağır baskılarına rağmen...
Fakat, biz birey olarak, toplum olarak kendi öz haklarımızı savunamadığımız, koruyup kollayamadığımız için de, çareyi hep Ordu’da aramışız.
Halkın özgür iradesiyle yönetime gelemeyenler de zaman zaman bu yaraları kaşıyarak, Ordu’nun arkasına sığınıp, onları teşvik edip, yönetime el koymalarına dahi teşvik verdikleri de bilinen gerçekler arasında değil mi?
Ne yazık ki, bu ülkede ne iktidar iktidarlığını biliyor, ne de muhalefet muhalefetliğini!..
Biri “güç bende, istediğimizi yaparım” anti-demokratik mantığı ile derebeycilik oynarken, muhalefet de, “ben muhalefetim, her şeye taş koyarım” düşüncesinden sıyrılamıyor...
İktidar partisinin bir mensubu çıkıyor, sosyolojik bir tesbit yaptığı iddiası ile “Atatürk devrimlerinin, Türk toplumunda travma yarattığını” öne sürüyor.
İşin acı tarafı bunu da topluma sosyolojik bir gerçek olarak sunuyor.
İnsana sormazlar mı, sen bunları neye dayanarak yapıyorsun peki?
Bu sosyolojik gerçeklerin kaynağı nedir? Bu sosyolojik araştırmaları kim yapmıştır? Neye göre yapmıştır? Bu sosyolojik gerçeklerin altındaki öne sürdüğünüz travmalar nelerdir?
Yarım yüzyıldır bu Milletin bir ferdi olarak, böylesine travmalara ben neden şahit olmuyorum?
Ya da benim gibi düşünenler, böylesine bir travmayı neden görmüyor? Bu travma illa ki, belli bir grubun görüşüne karşı çıkmakla eşdeğer mi?
Dışişleri Bakanı ise gider, kendi ülkesini AB kapılarında, ABD kapılarında şikayet eder...
Dünyadaki en demokratik Müslüman toplumu olduğumuz iddiasında bulunurken, Müslümanların eziyet çektiğinden dem vurur...
Yahu hepimiz demiyor muyuz, bu ülkenin yüzde 99.9’u Müslümandır diye... Yani, bu toplum toptan paranoyak, mazohist ya da sadist mi?
Böyle bir iddia olabilir mi? Böylesine düşüncesizce bir söz sarfedilebilinir mi?
Neredeyse utanmasa, ortaçağ İspanyasındaki engizisyon mahkemelerinin, ülkemizde olduğunu bile iddia edecek. Bir dışişleri bakanı bunu söyleyebilir mi? Nasıl bir mantıktır, nasıl bir ifrattır bu?
Bir başkası da, yıllarca bu ülkede hükümet başkanlığı yapmış, bakanlık yapmış, devletin en üst düzeyinde yönetici sıfatıyla yer almış ve kalkıyor o da ülkede Ordu’nun kışlaya dönmeyeceğini söylüyor. Aman Allah’ım...
Bu sözün içinde bile Ordu’nun kışlanın dışında olduğu ve her an yönetimi eline geçirebileceğinin mesajları yok mu?Kalkıyor, bir de “Ben yıllarca Ordu’nun karşısında yer almış biriyim” diyor.
Önemli olan Ordu’nun karşısında yer almak mı? Marifet bu mu yani? Yoksa, ordunun demokratik teamüller çerçevesi içerisinde, kendisine verilen görevi yapması ve siyasetten uzak durması mı?
Eee, siyasi iktidarı elinden kaçıranlar, tekrar ele geçirmek için Ordu gücünden medet umuyor anlaşılan...
Hele sosyal demokrat olma iddiasında olan CHP bile alenen, Anayasa Mahkemesi’ne parti kapatması konusunda saman altından sinyal veriyor.
Veriyor ki, belki bir umut kendisi hasbelkader iktidara gelebilir... MHP ise ondan hiç farklı değil...
Yok yok... Bu ülkeye demokrasi, 60’lı yıllardaki buzdolabı gibi halen lüks tüketim aracı!..