100 yıl önce… 100 yıl sonra!..
Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na nasıl katıldığını hemen hemen hepimiz biliriz.
Bundan tam 100 yıl önce 1908’de gerçekleşen Meşrutiyet yönetimi ile iktidara el koyan İttihat ve Terakki, ülke yönetimini de kendi düşünceleri doğrultusunda sürdürme çabasına girişti.
İttihat ve Terakki’nin güçlü adamı Enver Paşa, yanına Cemal ve Talat Paşa’ları da alarak, Osmanlı’nın çöküşünü, bırakın çöküşünü, yıkılışını hazırlayan düğmeye birlikte basmaktan kaçınmadı.
Tarih kitaplarının yazdığına göre, son derece haris ve muhteris bir yapıya sahip olduğu öne sürülen Enver Paşa’nın, her başarıyı kendine maletmek için zaman zaman üçlü sacayağının içerisinde dahi ön plana çıkacak girişimlerde bulunması, tek adam yönetimini güçlendirmesi, o günün en büyük handikaplarını da oluşturuyordu.
Üstüne üstlük Enver Paşa, başında bulunduğu ordunun en üst komuta kademesini de pek beğenmiyordu. Ona göre, önemli görevlerde bulunan komutanlar yetersizdi ve bunların başına getirilecek hayranı olduğu Alman ordusundan üst düzeydeki komutanlarla, daha sıkı bir disiplin ve eğitimden geçirmeyi de hedefliyordu.
Goeben ve Breslau isimli iki Alman zırhlısının İngiliz ve Fransız donanmasından kaçıp, İstanbul’a sığınması, onun ardından da Türk bayrağı çekilerek, Yavuz ve Midilli isimleri konularak, Karadeniz’e açılmaları, Kırım’da bulunan Rus donanmasına Sivastopol’da saldırıp, onlara ağır hasar vermelerinin devamında, Osmanlı da zorunlu olarak Almanların yanında savaşa katılmak zorunda kaldı.
Az çok tarih bilgisi olan herkes bunu bilir. Eh, Osmanlı savaşa girip de, yüzyıllardır Osmanlı topraklarında gözleri olanların da ekmeğine yağ sürdüğünün farkında bile değildi Enver Paşa.
Başta, İstanbul olmak üzere Osmanlı toprağını aralarında paylaşmak için can atan emperyalist ülkeler de, Osmanlı’nın bu savaşa girmesini fırsat bilerek, o günün en güçlü donanmasıyla gelmeye başladı. İşte o günlerde Çanakkale’den çıkmaya kalkan bu güçlü donanma ve beraberindeki ordu, hiç hesapta olmayan bir kayaya tosladı. Bu kaya, hepimizin bildiği Mustafa Kemal kayasıydı.
Yalnız, Mustafa Kemal de o günlere kolay gelmedi. Enver Paşa’nın tek adamlığı döneminde, ülkeye getirdiği Alman Paşa’ları, Türk ordusunun en üst komuta kademesini oluşturuyordu.
Bunlardan Liman Von Sanders paşa olarak bilineni de Çanakkale’deki orduya komuta ediyordu. Ancak savaş tecrübesi kendinden menkul bu paşanın verdiği emirler ve savaş stratejileri, o güne kadar Osmanlı’nın çeşitli bölgelerinde savaşlara girip çıkmış genç subayı olan Mustafa Kemal’e çok ters geliyordu.
Yarbay Mustafa Kemal, yedi düvel dediğimiz düşman karşısında Sanders paşanın emirlerini yerine getirmemek için çok çaba harcıyordu. Öyle ki, bu emirleri yerine getirmesi demek, askerin de göz göre göre ölmesi anlamını da taşıyordu...
Bunu defalarca Enver Paşa’ya yazdığı mektuplarla bildirdi. Ancak, kayıtsız şartsız bir Alman hayranı olan Enver Paşa, her seferinde Yarbay Mustafa Kemal’in bu serzenişlerini görmezden gelmeyi tercih etti. Amacı, Almanları küstürmemekti.
Alman Sanders Paşa da, aslında Mustafa Kemal’den şikayetçiydi. O da, kendisiyle birlikte olmaktan hoşnut değildi. Çünkü, verdiği emirleri tartışıyor, yeri geliyor kabul etmiyor, karşı fikir üretiyordu.
Ona göre, “Kim oluyordu bu yarbay?” konumundaydı. Ve doğal olarak hiç de sevmiyordu.
Nitekim, durumu kavrayan Mustafa Kemal de, hiç tereddüt etmeden, çok sevdiği meslekten ayrılmayı tercih etti. İstifa etti. Ancak, Enver Paşa’ya kabul ettiremedi...
Ve, sonra bilinen gelişmeler ışığında Çanakkale savaşları yaşandı...
Burada, Almanların bizim içişlerimize iyice karıştığı ve tamamen bizleri kendi hegamonyalarının altına almak için baskı oluşturduğu yıllardı...
Yani bundan 100 yıl önce. Buna biraz da biz çanak tuttuk... Enver Paşa sayesinde.
Taa 100 yıl önce Almanları, Türklere tepeden bakar konuma biz getirdik.
...............................
İnişli çıkışlı bir tarih sürecinde, İkinci Dünya Savaşı yıllarında önce Almanlarla gönül bağı, ardından da İngilizlere yanaşma süreci, daha sonra tarafsız kalma çabaları içerisinde geçen Türkiye için oldukça zor ve karanlık yıllar.
Derken 1960’lı yıllara geldik. İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan, ancak daha sonra kendisini çabucak toparlayan ve büyük bir sanayileşme hamlesine giren, fakat bunun için de elinde bulundurduğu iş gücü yeterli olmayan Almanya, gözlerini Türkiye’ye dikti.
O yıllarda “Almanya acı vatan” olarak kültür ve sanat hayatımıza da giren Almanya göçlerinin başladığı yıllar oldu. Almanya’ya gidebilmek için tarlasını, öküzünü, evini, barkını satanların yanı sıra, aracılara o günün paraları ile binlerce lira kaptıranlar da oldu.
Yaşı, 50-60 arasında olanlar hatırlarlar, karşılarında bir tek donları ile kalan Türklerin sağlık kontrollerini, atlar gibi dişlerine dahi bakarak yapan Almanlar, en sağlıklıları, en beceriklileri ve en işe yarayanlarımızı, mark verecekleri için kendi ülkelerine götürdü...
Belki ekonomik güçsüzlüğümüzden binlerce kişi gidebilmek için günlerce kuyruklarda beklerken, sergilenen insanlık ayıplarını da ne yazık ki görmezden gelmeyi de tercih ettik.
............................
Geçtiğimiz yıl, Marco isminde bir Alman genci, bir İngiliz kızına tecavüzden dolayı, 8 ay hapishanede yattı.
Aslında, kanunlarımıza göre ırza tecavüz daha ağır cezalar gerektirdiği ve çok daha fazla hapis cezası alması gereken Marco’ya, bütün Almanya ayağa kalkarak destek oldu. Başbakanından, bakanlarına kadar birçok kişi serbest bırakılması için yoğun baskı yaparken, basın da Türkiye’ye yönelik salvo atışlarına başlıyordu. Hatta öyle ki, tecavüzcü Marco’yu o kadar masumane gösterip, kendi ülkelerinde suç olmayan böyle bir durum için, bizleri en ağır sözlerle eleştirip, “Ne var yani bunda?” demeye getiriyorlardı.
Aslında, bizler de iki arada bir derede kalmış vaziyetteydik. Hani, Marco’nun tecavüz ettiği kız İngiliz olmasa, belki bu kadar problem olmayacak, olay kendi seyrinde kapanıp gidecekti!.. Ne şiş yansın, ne kebap yansın denilerek, Almanlar bu kadar küstürülmeyecekti!..
Ama tecavüz edilen kızın İngiliz olması işleri sarpa sardırıyordu. Marco serbest bırakılsa, bu kez İngilizler ayağa kalkacaktı. Neyse, en az 8-10 yıl hapis cezası alması gereken Alman genci 8 ay sonra serbest bırakıldı da Almanların da gönlü hoş edildi...
Haa, bu arada bağımsız “Yüce Türk Mahkemeleri’ne etki edildi mi? Marco’nun serbest kalması için mahkemelere baskı uygulandı mı?” diye sorarsanız, haşaa hiç öyle bir şey olur mu!..” demek zorunda kalırız...
Anlıyorsunuz yaaaa!..
Vee, önceki gün Almanya’da çok elim, çok vahim ve de bizler için gerçekten korkunç denilecek bir olay meydana geldi.
Irkçı bir Alman’ın kundaklama sonucu yaktığı bir binada, biri hamile olmak üzere 11 yurttaşımız cayır cayır yanarak öldü.
Günlerdir televizyonlardan izliyoruz, gazetelerden takip ediyoruz.
Ne yaptı Almanlar!.. Hemen karşı önlemlerini alarak, olaya kaza süsü verdiler ve kesinlikle ırkçı bir saldırı görüntüsü vermemek için büyük çaba harcadılar.
Hatta olayı araştırmak için olayın geçtiği Ludwigshafen’e giden büyükelçimizin açıklamalarına bile uluslararası nezaket kurallarının dışında neler söylediler?
Hani yavuz hırsız evsahibi bastırır havasına girdiler birden bire...
Ne başbakanlarından, ne de bakanlarından doğru dürüst bir açıklama dahi gelmedi.
Üstüne üstlük, olayı incelemek üzere Almanya’ya giden 4 kişilik heyetimizi ülkeye dahi sokmak istemediler. Ne Alman polisine güvensizliğimizi bıraktılar, ne de onların iç işlerine karıştığımızı...
Ortada yok olan 11 can var ve adamlar bize “İçişlerimize karışamazsınız” diye karşı çıkıyorlar.
Öte yandan, Marco denen bir zibidi, bir İngiliz kızına tecavüz ediyor ve bütün Almanya üzerimize yükleniyor.
Hatta milletvekillerini falan da göndererek, akılları sıra Marco’ya destek olurken, bizlere de kafa tutup, haddimizi bildiriyorlar.
Bir gazetede yer alan manşet çok anlamlıydı...
“10 kişi bir Marco etmedi...”
Gerçekten çok doğru. Bizden giden 10 can, bir tecavüzcü Marco kadar olamadı.
Bu da, bizim 100 yıl sonra bile hâlâ ne kadar güçsüz olduğumuzu gösteriyor.
Bizim ülkemizde turistik tatil için gelen 10 Alman’ın yanarak öldüğünü bir düşünsenize... Vallahi de billahi de, dünyayı bizim başımıza yıkarlardı.
Belki de savaş bile ilan ederlerdi!..
Marco için bunu yapan, ölen 10 Alman için kim bilir neler yapmazdı?
Dediğimiz gibi, güçsüz bir devlet yapımız olmasından dolayı, 100 yıl önce Türk ordusuna komuta etmesi için başımıza sardığımız Almanlar, şimdi de devlete komuta etme gayretkeşliği içerisinde...
AB’ye gireceğiz, AB’de destekleneceğiz teraneleri içerisinde onların da bu tür uluslararası ilişkilere tamamen ters düşen tepkilerini, beklentilerini yerine getiren bir hükümetin de, acaba bizlerin incinen gururunu tamir ettirecek bir formülü var mı?
Onu da merak ediyorum doğrusu.
Başbakan şimdi Almanya’da. Ya onlara hadlerini bildirecek gerekli girişimlerde bulunacak, ya da bizler ömür boyu Almanların, bize bu tepeden bakma tavırlarını çekmek zorunda kalacağız.
Ey rahmetli Atatürk... İnşallah, yattığın yerde kemiklerin sızlamıyordur. Sen zamanında tepkini gösterdin, kabul görmeyince de istifa ettin...
Ama günümüzde böyle bir kavram bile yok ki!..